Acemlerden, Araplardan, Yunanlılardan musiki almamış olduğumuzu şimdiye kadar yaptığımız tetkikat gösterdi. Kala kala Bizanslılar kalıyor.
Sakın musikimiz Bizanslılardan alınma olmasın?
Bu suale kökünden cevap verebilmek için evvela Bizans musikisinin mahiyetini görmemiz lazım.
Kendisi çok çetrefil, notası kendisinden daha karışık, kaynakları pek kıt, taraftarları pek müteassıp olan o musikiyi de birkaç makale içinde izah etmeye çalışacağım.
*****
Ne zaman Bizans musikisinin adı geçse mutlaka Hatherly’nin “Bizans Musikisi” adındaki kitabını hatırlarım.
Fakat bu hatırlayışım eserin değerinden değil, bilakis değersizliğindendir: Unutulması kabil olmayacak kadar değersizlik!
Bazı garp yazıcıların Hatherly’ye kanıp da sırf onun şahadetiyle birtakım acayip fikirler ileri sürmeleri eserin değersizliğindeki tehlikeleri arttırıyor.
-Bizans musikisine mahsus bir kitabın tehlikesinden bize ne?
Diyebilirdik, eğer müellif her fırsat buldukça Türklere sataşmasaydı! Onun sözlerine inananlar da hep bu zehirli iftiralarla silahlanıyorlar.
Evvelce birkaç defa Hatherly’den bahsetmiş ve kendisiyle uzunca meşgul olmayı ileriye bırakmıştım. Bugün vaadimi yerine getirmek istiyorum.
Kim bu Hatherly?
Doğrusu ben de bilmiyordum. Hal tercümesine hiçbir yerde tesadüf etmemiştim.
İsminden İngiliz olduğu belli.
Kitabın iç kapak sahifesinde kendi adının altına “İstanbul Patrikhanesi cihanşümal tahtının baş papazı” şeklinde tercüme edilebilecek heybetlice bir ibareyi ilave edişinden de İstanbul’a geldiği, burada Rum patrikhanesine intisap ederek (girerek), uzun müddet kaldığı zehabı (sanısı) hasıl oluyordu.
Lakin bu zehap doğru değilmiş.
Onun hayatına dair ilk malumatı 1929’da intişar eden bir İngiliz musiki kamusunda (sözlük) okudum.
Kamusun yazdığına göre Stephen Georgeson Hatherly 1827 senesinde İngiltere’nin Bristol şehrinde doğmuş. Org çalarmış. 1857’den itibaren altı sene kadar Liverpool’daki Rum kilisesinde koro şefliği yapmış. 1871’de Rum papazlığına girmiş. 1875’de baş papazlığa yükselerek, İngiltere’nin garp limanlarına gelen Yunan gemicileri arasında çalışmak üzere, hizmete tayin edilmiş. Nihayet 1905’te vefat etmiş.
Kendisinin İstanbul’a gelmiş bulunması ihtimalinin varit (inanılabilir) olmadığı bu izahattan anlaşılıyor. Demek ki kitabın üzerinde göze çarpan o şatafatlı unvan uzaktan takılma bir süsten ibaret.
Türk musikisinin Bizanslılardan alındığı yolundaki itikadın imamlarından olan bu zatla biraz fazla uğraşacağım. Çünkü o itikadın hangi köklerden türediği ve hangi duygulardan doğduğu iyice belirlenmelidir.
*****
Hatherly Kırım muharabesi devrini idrak etmemesine rağmen bir türlü Türk milletinin dostu olmamıştır. Diline doladığı mevzularda –hakiki bilgisi bulunsun, bulunmasın- herhangi bir delil aramak külfetine girmeden hemen vesile icat ederek Türkleri nasipsiz göstermek illetine müpteladır.
Guatelli Paşa’nın neşrettiği bir nota albümünden üç tane Türk halk şarkısını seçip kitaba koyarken bakın Hatherly neler yazıyor:
“Bu şarkılar tarihsiz örneklerdir. Vakıa Türklere aidiyeti Rumlar tarafından bile söylenir amma asıllarında şüphesiz ki Rum şarkılarıdır. Türklere ferd olmak üzere hürmetle bakabilirsek de onlar bir millet olmak üzere sanatkar değillerdir. Bizans İmparatorluğu’nu teşkil eden mütemeddin ülkeleri on dördüncü ve on beşinci asırlarda istila ettikleri zaman Türklerin kendilerine mahsus bir mimarileri veya bir musikileri yoktu; zaten bunlara malikiyet ihtiyacında olmadıklarını da çabucak gördüler. Çünkü fethettikleri memlekette her ikisi el altında hazır duruyordu. Bu sebeple Türk mimarisi ve Türk musikisi, yabancı karışıklığıyla bozulmadıkça , esasından hep Rumların, daha doğrusu Bizanslılarındır.”
Bay baş papaz şu birkaç satırlık lakırdı içinde birbirinden daha büyük birçok hükümler veriyor. Biz o hükümlerden başlıca üç tanesini ayırabiliriz:
1-Türklere aidiyeti Rumlar tarafından da itiraf edilen halk şarkıları hakikatte Rumlarındır;
2-Türkler ferd itibariyle muhterem olabilirler ama millet itibariyle sanatkar değillerdir;
3-Türklerin mimarisi ile musikisi Bizanslılardan alınmıştır.
Bu derece keskin ve götürü hükümleri verirken müellifin hangi delillere istinad ettiğini beyhude aramayınız. Onun sözlerinde bir tek “şüphesiz” kelimesinden başka destek yok.
Zavallı “şüphesiz” kelimeciği!... Her vakit kuvvetli şahitlere terfik (yanına katmak) edilmek itiyadında bu sefer birdenbire korkunç hüküm yüklerinin altında yalnız başına bırakılıvermekten sanki yamyassı ezilmiş de cıyak-cıyak haykırıyor gibidir. Asıl zihinde şüpheler uyandıran hadise “şüphesiz”ciğin bu manevi feryadı oluyor.
Hemen ilave edeyim ki çürük-çarık birkaç şarkı ister bize, ister başkalarına ait olsun, haddizatında bu noktanın zerre kadar ehemmiyeti yoktur. Benim ehemmiyetli gördüğüm şey şarkıların kıymeti değil bilakis bu derme-çatma dırıltıları Türklere yakıştıramayacak dereceye varan müellifin garezkarlığıdır. Yoksa o şarkıları da, onlara benzeyen diğer malihulya notalarını da memnuniyetle kendisine bağışlarım. Ve böyle yapmak musikimizin daha lehindedir. Birtakım süprüntülerden kurtulacağı için.
“Tanbur-i kebir-i Türki” denilen sazı –üstündeki Türklük damgasına rağmen- ille Türkler’in elinden alacağım diye musiki müverrihi Fetis’in ne zahmetlere katlandığı evvelce anlatmıştım. Bay baş papaz da aynı işi yapmakta ve Rumlar’ın bile Türkler’e isnad ettikleri şarkıları hiç sebepsiz Rumlara mal etmeye çalışmaktadır.
Zaman oluyor ki insan garazkarlığın mantıklısını özlüyor!
Hatharly Türklere bir yandan fert itibariyle hürmet gösterirken öte yandan millet itibariyle ağır bir hürmetsizlikte bulunuyor. Eğer onu hürmeti hürmetsizlikte haklı görünmek için bir yapmacık değilse her halde tevili (çevirmesi) pek güç bir tenakuz (tutarsızlık) teşkil eder. Zira efradı teker-teker hürmet telkin eden bir milletin topluluğunda efradının sayısı kadar kat muhteremlik vardır.
Ya Türklerin 14’üncü ve 15’inci asırlarda hala mimarisiz ve musikisiz oluşlarına ne diyelim?
Biz, basiretleri kara gözlüklü aleyhdarlarımızın bu tarzda iddialarına aşinayız; onların nice çeşitlerini gördük. Fakat yine kendi kendimize sormaktan geri duramıyoruz:
-Demek İstanbul’da, Bursa’da, Edirne’de, Konya’da, Sivas’ta, hatta Hindistan’a varıncaya kadar daha başka bin bir yerde fezaları bezeyen ve Türk sevgisinden en uzak yabancıları bile hayran bırakan bütün Türk mimari eserleri Bizans taklidi öyle mi?... E, bunların arasında on dördüncü asırdan daha evvel yapılmış olanlar neyin taklidi?
Haydi farzedelim ki Bay baş papaz –mimar olmadığı halde bir mühehassıs tavrıyla- Türk mimarisine dair kanatlarını yazarken yanılmıştır ve yanılmakta mazurdur. Vakıa yine “Bilmediği şeylere karışmakta da mazur mudur?” sualiyle karşılaşabiliriz ama ben kendi hesabıma mimarlık mevzuunu incelemeye salahiyettar olmadığım için daha ileri gitmeyeceğim ve musiki bahsine döneceğim:
-Acaba eski Türk hakanlarının önünde her akşam çalınması milli bir anane olan nöbetler Bizans musikisinden mi alınmıştır? Ninnilerde, çocukluk oyunlarında, düğünlerde, ibadetlerde, eğlencelerde, güreşlerde, şölenlerde, muhaberelerde, cenaze törenlerinde, elhasıl hayatın beşikten mezara kadar her safhasında bir türlü musikiden kendisine ayıramayan Türk milleti ta Orta Asya’dan beri bu işleri Bizans musikisiyle mi yapıyordu? Türk saz şairleri Bizans musikisini mi terennüm ediyorlardı? Eksi Yunanlıların Anadolu’dan ve şarka doğru daha uzak yerlerden alarak kırkıp budadıkları musiki de Bizans yadigarı mı idi?
Böylece hususi bir tebettü yapmaya hacet kalmaksızın kendiliğinden zihne bir sual ordusu hücum ediyor. Fakat sualleri uzatmaya ne lüzum var? Bizanslılarla temasımızda onların mı bize musiki verdikleri, yoksa bizim mi onlara musiki verdiğimiz bundan sonraki tafsilatla apaydın meydana çıkaracaktır.
*****
Hatherly, kitabın diğer bir sahifesinde yine birkaç tane Türk şarkısını misal olarak alırken:
“Misallerin, diyor, ikisinde Rumca güfteye rucu edebilmiş olmakla mübahiyiz. Güya Türkçe denilen şarkıların hepsi hiç şüphesiz bir vakit Rumca güfteli idiler. Fakat biz güftelerden yalnız bazılarını bulmak bahtiyarlığına eriştik. Eğer Türkçe kelimeleri notanın altına koymuş olsaydık bunlar Arap harflerini okuyanlardan başka kimsenin işine yaramayacaktı. Fazla olarak o kelimeleri koyuşumuz Arap, Acem ve Türk karileri de memnun etmeyecekti. Çünkü soldan sağa doğru okunan musiki notası kelimelerin hecelerini tersine döndürecek, bu ise ters yazılı harfleri deşifre etmekten daha zor bir iş olacaktı. Önümüzde açık duran şu iki sahifenin başındaki ünvanlar ters basılınca nasıl bize:
MENSCİSPE AND TIONCAPLIAP SICMU TINEZANBY
Kılığında görünürse, Türkçe kelimeler de onların gözlerine böyle görünecekti.”
Bay baş papazın –haline bakmadan- bizimle alay edişine ne buyurursunuz?
Lakin biçare düşmanımız alayında bile yanılıyor. Zira, sağdan sola doğru hareket eden Arap yazısının soldan sağa doğru giden garp notasına tıpatıp uymadığı doğru olmakla beraber, vaziyet hiç de onun tasvir ettiği gibi değildir. Heceler birbirine bitiştirilmeyerek notaların altına ayrı ayrı yazıldığı için okumasında öyle mübalağa edilebilecek bir güçlüğe tesadüf edilmez. Bay baş papaz kendi kitabının sahifesi başındaki ünvanları misal diye alırken mümkün olduğu kadar gülünçleştirmek maksadıyla, sonundan başlatmış ve heceleri de birbirine yapıştırmıştır. Böyle yapmak şarkıların hecelerini de birbirine yapıştırmıştır.Böyle yapmak şarkıların hecelerini mısraların sonundan başına doğru sıralayıp o sıra ile okutmaya muadil olur ki Arap harfleriyle yazılan nota güftelerinde bu çirkinlik yoktur. Bilfarz:
Gülşende yine meclis-i rindane donansun
Mısraını müellifin tarif ettiği tarzda yazar ve okursak:
Sunnando nedarin silimec neyi desengül
Kıyafetine sokmuş oluruz. Halbuki heceler ayrı ayrı yazıldığı ve garp notası da okuyanı soldan başlamaya sevkettiği için mısraın nota altında duruşu hakikatte şöyledir.
Türklere Hatherly’den daha dost olmayan Villoteau ve Kiesewetter gibi müellifler Türkçe ve Arapça şarkıların güftelerini notalarının altına Latin harfleriyle yazmakta beis görmemişlerken Bay papazın bu basit muameleyi bırakıp da Arap harflerini uzun uzadıya alay mevzuu yapması bir kum tanesi üzerinde kayakla dans etmekten farklı değildir.
Bununla beraber ben Arap harflerinin Garp notasında aldıkları biçimi müdafaa etmeyeceğim. Benim dikkatime çarpan cihet “Güya Türkçe denilen şarkıların hepsi hiç şüphesiz bir vakit Rumca güfteli idiler” iddiasıdır.
Bu iddia etrafında yazılan bir iki satırlık ibare siyasi vesikalar kadar özenilerek tertip edilmişe benziyor: “Rumca güfteye rücu edebilmiş olmakla mübahiyiz” ve “güftelerden yalnız bazılarını bulmak bahtiyarlığına eriştik” cümleleri esasi fikre bir hakikat çeşnisi verecek dekor hizmetini görmektedir; bütün Türkçe şarkıların bir vakit Rumca olduklarını ifade eden esasi fikir ise “Güya Türkçe denilen” ve “hiç şüphesiz” sözleri gibi psikolıjik kuvvet şuruplarıyla sağlamlaştırmak istenilmiştir. “Şarkılar” (Songs) tabiri de, mutlak bırakıldığı için, halk şarkılarıyla klasik şarkıları kendi çerçevesi içine alan geniş şümul kazanmıştır.
Şu işaret ettiğim itinalar suikasttan haberdar olmayan masum karileri öyle bir hava ile ihata ediyor ki içine girdikleri zaman ne kadar Türkçe şarkı varsa hepsinin Rumcadan tercüme edildiğini, sırra kadem basan Rumca güfteleri bulup keşfetmenin insanı bahtiyar edecek mühim bir muvaffakiyet sayıldığını, muhterem baş papazcağızın da ki şarkıya ait Rumca güfteleri buluncaya kadar akla karayı seçtiğini tasdik etmeleri kolaylaşıyor.
Bir ahiret adamı sıfatıyla kendisinden hiç olmazsa dünya işlerinde doğru söz beklemeye haklı olduğumuz Bay baş papazın hareketine gülmek kafi değildir, biraz da ağlamak icap eder!
Herkese telkin etmek istediği fikre bizzat inanmış mıdır dersiniz?
Bence inanmış olması nisbeten ehven olacak; çünkü nihayet cahillikle kalır. Fakat şayet bizzat inanmadığı fikre başkalarını kandırmak, hem de bunu koskoca bir milletin aleyhinde delilsiz, isbatsız yapmak istemişse o zaman ilmi ahlak bakımından düşeceği çukurun dibi yoktur.
“Delilsiz, isbatsız” diyorum ama sayın müellifin en nazik dakikalarında imdadına yetişen pek kıymetli tek delilini, mahud “şüphesiz” kelimeciğini unutmamalıyım. Anlaşılan bu cefakeş kelimecikle müellif esrarlı bir kudret tevehhüm ediyor ki onu sözüne katar katmaz hiç kimsenin itiraza mecali kalmayacak sanıyor. Lakin, biraz evvel söylediğim gibi, feryadlariyle şüpheler uyandırarak öcünü almakta gecikmeyen de işte bu “şüphesiz”dir.
Fecaatı düşününüz: Mademki bütün Türkçe şarkıların bir vakit Rumca güfte oldukları şüphesizmiş, o halde ya hepsinin Rum bestekarları tarafından Rumca şiirler üzerine yapılıp sonra meçhul birtakım hayır sahiplerinin himmetiyle bu şiirlerin gizlice Türkçeye tercüme edildiğini, yahut da Türk bestekarları tarafından Rumca şiirler üzerine yapılıp sonra yine meçhul birtakım hayır sahiplerinin himmetiyle bu şiirlerin gizlice Türkçeye çevrildiğini kabul edeceğiz.
Tercümelerdeki muvaffakiyet ise insanı hayretinden sırt üstü yere düşürecek dereceye varmaktadır. Mesela klasik musikimizden Şakir Ağa’nın rast şarkısına ait:
Muy-i jüliden oluptur serde anka lanesi
Düşmüşüm bir dame kim yoktur halasın çaresi, ihl.
yahut Sadullah Ağa’nın hicazkar şarkısına ait:
Hıram et gülşene guşeyle ar’ardan müdarayı
Utandır serv-kad-di dilkeşinle serv-i balayı, ihl.
şeklindeki güfteler ve halk musikisinden:
Kar mı yağmış şu İzmir’in dağına
Çiğ mi düşmüş goncasına, bağına
Henüz girmiş sarılmanın çağına, ihl.
Yahut:
Edirne’den çekirdeksiz nar gelir
Sırmalı mintan ince bele dar gelir,ihl.
Gibi şarkılara ait güfteler meğer Rumcadan tercüme imiş!... Biz gafiller ise bu güfte ve besteleri Türk eseri zannederek boşuna övünüp avunuyormuşuz!...
Şaşılacak bir şey daha var: Galiba Rum bestekarları her şarkıyı Rumca olarak besteledikçe hemen Türklere devrediyorlar ve tercümesi yapılıp da Türkler tarafından kullanılmaya başlanınca kendi öz malları olan o şarkılara birden bire yabancılaşıveriyorlarmış!...
Şarkılarımızı Rumların benimsemeyişleri başka türlü izah edilebilir mi?
Hem verenler nerede? Alanlar nerede? Bu alış veriş hangi pazarlarda yapılıyor? Tercümeleri o harikulade üslubla başaranlar kimdirler?
Klasik şarkılarımızdan birçoğunun güfteleri Fuzuli, Nedim, Ziya Paşa ve saire gibi şairlerimizin eserlerinden alındığına göre demek ki onlar da şiirlerini Rumcadan tercüme etmişler!
Böyle, şarkılarını Rumlardan almaya muhtaç bir milletin şarkıya kıyas edilemeyecek mertebede yüksek eserler bestelemeye bittabi gücü yetmeyeceği için Bay baş papazın kanaatince Türk musikisindeki kar, murabba, nakış semai gibi gayri dini ve mevlid, miraciye, durak, tekbir, münacat, tesbih, tevşih, ilahi, naat, sela, temcit, Mevlevi ayini gibi dini parçalar, hatta ezan ve kamet gibi namaz teferruatından lahinlerle Kur’an musikisi hep Rum bestekarların bizlere armağanlarından ibaret addedilmek lazım gelir.
Müellif bari dini eserlerimizin bestekarlığını bize bıraksa!... Fakat hayır, ona bunu kabul ettiremeyiz. Zira kabul ederse, Türk musikisinin en yüksek abideleri daha ziyade dini parçalar arasında olduğundan, kendi kendisini yalanlamış olur.
Itri’nin “Ya Hazreti Mevlana, Hak dost” diye başlayan Mevlevi naatı, Kutb-u Nayi Osman Dede’nin miraciyesi, Köçek Derviş Mustafa’nın bayati makamından Mevlevi ayini, Yusuf Çelebi’nin “Afitab-ı subh-i ma evha, Habib-i Kibriya” güfteli rast durağı gibi her biri bir oda dolusu şarkıya bedel olan ve –bizim ölçümüzde değil, dünya ölçüsüyle- birer şahaser teşkil eden muazzam parçaları yapmaya muktedir iken dört satırlık şarkıyı bestelemekten aciz kalmamız Bay baş papazın şişman cür’etine dahi sığmayacak bir garibe olacağı için bu şahaserlerin Rumcadan tercüme edildiğini iddiaya kendisi mecburdur.
O halde Rum bestekarların hiç kimseye duyurmadan birer köşeye çekilip sırf Türkler için Rumca güfteler üzerine harıl-harıl naatler, duraklar, miraciyeler, Mevlevi ayinleri, ilh. besteleyişlerini; sonra da bu Rumca güftelerin Türkçe, Arapça, Farsça gibi münasip bir dile fevkalade bir muvafakiyetle tercüme edilerek hemen hemen Türklere devir ve Türk bestekarlarına isnad olunuşunu bir düşününüz!
Yahut da Itri, Derviş Mustafa, Yusuf Çelebi, Kutb-u Nayi Osman Dede, Seyyid Nuh, Hafız Post, Bekir Ağa, Kara İsmail Ağa, Dede İsmail Efendi ayarında dahilerle Üçüncü Sultan Selim’ –başlarında sikke, taç, sarık veya kavuk- erkan mindere üzerinde kurulmuş, Rumca eserler bestelerken bir tasavvur buyurunuz!...
Bay baş papaz hakikate kılıf geçirmek istiyor ama işin ne raddelere varacağını pek kestirememiş olsa gerek!
*****
Vakıalar bazen insanlarla istihza ederler. Zavallı Bay baş papaz da vakıaların böyle bir istihzasına uğramıştır.
Kütüphanemde Rumca bir kitap var ki Loannos G.Zografos Nikeos adında bir Rum vatandaş tarafından 1856 tarihinde, yani Hatherly’nin Liverpol Rum kilisesine koro şefliğiyle girmesinden bir sene evvel İstanbul’da neşrolunmuş. Üç yüze yakın sayfayı ihtiva eden bu kitap Türk bestekarlarının eserleriyle doludur ve bütün eserler Bizans notasıyla yazılmıştır. Mukaddimesi ile bir kısım metni Rumca, fakat tarifatı da eserlerin güfteleri de Rum harfleriyle Türkçedir. Fihristinden birkaç satırı Latin harflerine çevirerek buraya alıyorum:
“Der tarif-i usulat.
Der fasl-ı Rast Rehavi.
Beste: Zülfünü perişan etmiş.
Şarkı: Bu kemal-i hüsn ile.
Şarkı: Zümre-i huban içinde.Rıza ef.
Şarkı: Sevdim yine bir nevcivan.
Nakış Semai: Amed nesim subhdem. Abdülkadir
Der fasl-ı Suzinak.
Şarkı:Bezm-i uşşaka.” İhl.
Usullerin tarifine dair olan metin şöyle başlamaktadır:
“Der tarif-i usulat: Sazende-i hassa Haşim Bey’in mecmua-i latifesinden naklolunmuştur.”ihl.
Kitabın ilk nota sahifesi şudur:
Yukarıdaki klişede Rum harfleriyle Türkçe olarak “Beste, Tanburi’nin, makamı rehavi usulü sakil” sözleri okunuyor. Bestenin güftesi de yine Rum harfleriyle Türkçe olarak “Ah, zülfünü perişan etmiş” diye yazılıdır.
Kitabın içinde Dede’nin 17 tane; Tanburi’nin ve Şakir Ağa’nın dörder tane; Hoca’nın, Rıza Efendi’nin, Hafız Efendi’nin, Aziz Efendi’nin, Halil Efendi’nin, İsmail Ağa’nın ikişer tane; Domuzoğlu Ali’nin, Sultan Mahmud’un, Dellalzade’nin, Tab’i’nin, Osman Ağa’nın, Raif Efendi’nin, Ahmed Ağa’nın, Ağa Çırağı’nın, Sultan Selim’in birer tane eseriyle sahipleri meçhul diğer 17 tane Türkçe şarkı bulunuyor.
Hatherly’e sert bir cevap olarak bu kadarı kafi değilmiş gibi kitapta başka bir şey daha görülüyor ki sahifelerin arasından fışkıran istihzaya bir sulfato acılığı ilave etmektedir: Rumlardan Yorgaki, Corci, Zaharya, Çakıraki, Yani ve Ermenilerden Markar, Manuk, Nikoğos, Osev isimli zatların –Rumca veya Ermenice değil, tamamiyle tersine- Türkçe şiirler üzerine yaptıkları beste ve şarkıların Bizans işaretleriyle yazılmış notaları ve Rum harfleriyle basılmış güfteleri Bay baş papazın yüzüne kahkahalar fırlatıyorlar!
İşte bir taraftan Hatharly “Güya Türkçe denilen şarkıların hepsi hiç şüphesiz bir vakit Rumca güfteli idiler” iddiasiyle meydana atılmak için henüz Liverpool Rum kilisesinde hazırladıklarını yapıyorken diğer taraftan Rumlar “Haşim beyin mecmuai latifesinden” naklederek Türk musikisinin usullerini kendi milletdaşlarına öğretiyorlar; Türk bestekarların eserlerini ve Türk kültürünün içine gömülmüş Rum ve Ermeni bestekarlarının Türkçe şarkılarını Bizans notasıyla ve Rum harfleriyle bastırıp Rumlar arasına yaymaya çalışıyorlardı.
Eğer Bay baş papazın ruhu vakıaların bu eşsiz ve ezici istihzasının öbür dünyada haber almışsa her halde pek rahatlamış olmayacaktır!
*****
Müellifin hüviyeti ve kanaati hakkında yukarıki bilgileri edindikten sonra artık kitabına göz gezdirebiliriz:
Kitabın önsözünde Hatherly “Umumiyetle şark musikisini öğrenmek isteyenlerin çektikleri güçlüğü gidermek için İngiliz dilinde ilk defa kendisinin emek sarfettiğini” söylüyor ve hamişe geçerek, “Umumiyetle şark musikisi” tabirlerinden Hindistan, Çin, Japonya gibi uzak şark memleketlerinin hariç tutulması ve o tabirden yalnız Şarki Roma İmparatorluğu’nun tesir altında kalmış milletlere ait musikinin anlaşılması lazım geleceğini ihtar ediyor.
Bu ihtarın şeffaflığı içinde gene dev kadar kocaman bir iftiranın karaltısı kımıldanmaktadır: Hindistan, Çin, Japonya gibi uzak şark memleketlerinden başka şarktaki bütün musikilerin Bizanslılardan alınma olduğu iftirası!
Gelecek yazılarım meselenin iç yüzünü tenvir edeceği için şimdilik iftirayı yalnız kaydedip bırakacağım.
*****
Hatherly “Bizans musikisine dair trete” olmak üzere neşrettiği iri kitapta ne Bizans müelliflerinden, ne Bizans nota yazısından ne Bizans makam ve usullerinden, ne de Bizans musiki parçalarından bahsetmemiştir. Halbuki Bizans musikisini-iyi-kötü-bilebildiği kadar- öğretmenin bunlarsız imkanı yoktur.
Bizim Bay baş papaz sadece bir tek hedef kolluyor; o da Türk musikisinin Bizanslılar’dan alındığını göstermeye çabalamaktan ibaret.
Ne çare ki bize sunduğu izahatın daha ciddi kitaplardaki tafsilata uymayışı kendisini hedefinden uzaklaştırıyor.
Hatherly’in kitabında zikri geçen biricik Rumca eser Bursalı Kiltzanidis adlı bir Rum vatandaş tarafından 1881’de İstanbul’da bastırılmış bir risaledir.
Bu risaleyi arattığım halde maalesef bulduramadım; fakat bana verilen malumata göre risale, Kandemiroğlu edvarındaki Türk musikisi tarifatının Rumcaya tercümesini ihtiva ediyormuş.
Hatherly birkaç satırdan fazla iktibasta bulunmadığı için Kiltzanidis’in risalesi hakkında şahsi bir fikir sahibi değilim. Ancak Kandemiroğlu edvarının tercümesine münhasır kalan bir risalenin Hatherly zihniyetinde bir müellif tarafından mehaz tutulacağına pek aklım yatmıyor. Hususiyle Hatherly Rumca risalenin neşrine Osmanlı hükümetince müsaade olunmasından istifade ederek bu müsadeye risale mündericatının resmen kabul ve tasdiki manasını sokmak gayretinde bulunuyor ki insani şekillendirecek bir harekettir. Mesela Kiltzanidis’in risalesi için Hatherly “Türk İmparatorluğunda kullanılmasına Osmanlı hükümeti tarafından izin verilmiş” demekle beraber eserdeki musiki sisteminin “Türk ruhsatnamesiyle artık kilise dışında kullanılması resmen teessüs etmiş” olduğunu ilave etmektedir. Risaleyi adeta kanun şekline girmiş gibi tanıtmak isteyen bu tavsifler Bay baş papazın ağzında beni kuşkulandırıyor. O sebeple şimdilik Kiltzanidis’e ve risalaesine karşı ihtirazlı davranmak mecburiyetindeyim.
Hatharly Bizans musikisi makamlarının Gregoriyen musikisindeki makamlara muadil olduğunu ispat için Kiltzanidis’den alıyor tavrıyla şu cetveli kitabına koymuş:
Vaktiyle ansiklopedilerden birinde bir at resmi görmüştüm. At cinsine arız olan bütün hastalıkları bir arada göstermek için yapılmış muhayyel bir resim. Bu resimdeki hayvanın hiçbir tarafı yoktu ki sağlam olsun. Gerek göz ve kulak gibi çift uzuvlarıyla ayaklarının her birinde, gerek bedeninin diğer muhtelif kısımlarında türlü-türlü hastalıklarının tahribatı tasvir edilmişti.
Yukarıki cetvelin bizi alakadar eden sütunları tıpkı o iler-tutar yeri kalmamış olan atı andırıyor: Yanlışsız satırı yok! Başından sonuna kadar hata!
Makamın ismi “To neva” değil, sırası dördüncü ton değil, genişliği Sol-sol değil, ihl. ihl.
Hele Türk makamlarını Bizans musikisine mensup zannettirmek için Hatherly’in müracaat ettiği vasıta en asık çehreleri gülümsetecek kadar tuhaftır. Bu vasıtanın layık olduğu ismi yazmamak için kalemimi pek zor zapdediyorum. Kararı size bırakacağım.
To neva, To çargah, ihl. kılığına konulan Türkçe makam isimleri sanki halis-muhlis Bizans ıstılahları imiş de başka harflerle yazılması caiz değilmiş gibi İngilizce kitaba Yunan harfleriyle dizilmiş. Ve her birinin başına Bizanslılık alameti olarak birer de To külahı geçirilmiş!
Eğer cetvelin Rumca risaleden nakledilişi buna sebep olarak ileri sürülürse yine faide vermez. Zira bütün cetvel muhteviyatını Latin harfleriyle yazıp da yalnız makam isimlerini Yunan harfleriyle bırakmanın manası yoktur.
Hayır, yanıldım: Çok manası var!
Cetvelin -ibretle seyredilmek için- fotoğrafını buraya koyuyorum:
Kiltzanidis Türk musikisine dair tariflerinde “Arap-Acem-Türk musikisi tabirini kullanmış, Hatherly de bunu İngilizceye tercüme ederek musikimize “Arabopersoturkish system” adını takmıştır. Bütün şarktaki musikilerin Bizanslılardan alındığı iddiasına uygun bir ad!
Fakat ben “Arap-Acem-Türk musikisi” tabirini de pek eksik buluyorum. Onu tamamlamak için, eğer nefes yetişirse, şöyle bir uzatmalıyız:
“Türk-Arap-Acem-Rum-Ermeni-Yahudi-Ulah-Bulgar-Sırp!...”
Hatta sonunda bir de “ihl.” koymalıyız; çünkü bütün bu milletler ve daha başkaları, mesela Arnavutlar, aynı musiki ile geçinmektedirler.
O musikinin Bizanslılardan alındığı iddiasına gelince, tekrar ediyorum: Yakında hakikati göreceğiz.
*****
Hatherly sekizliyi 31 –evet, otuz bir- tane gayrı müsavi aralığa taksim ediyor. Bu aralıklar otuz bir tane tam beşlinin üst üste dizilmesinden hasıl olmaktadır.
Niçin 31 ve 30 veya 32 değil?
Müellif bunu şöyle izah ediyor: Piyanoda Do diyez ile Re bemol’ün aralarındaki fark gözetilmeksizin bu iki perde için bir tek siyah tuş kullanılır. Diğer notaların da diyezleriyle bemolleri arasında fark varken piyanoda bu farka ehemmiyet verilmeyerek perdelerden her iki tanesi yerine bir tek siyah tuşla iktifa edilir. Bir sekizlideki siyah tuşların sayısı beş olduğuna ve her bir siyah tuş iki sesi temsil ettiğine göre bunlarda on ses var demektir. Beyaz tuşların da her biri hem kendi sesini, hem kendisinden bir tam aralık pest olan perdenin çifte diyezlisini , hem de kendisinden bir tam aralık dik olan perdenin çifte bemollüsünü verdiği için yedi tane beyaz tuşta üçerden yirmi bir ses mevcuttur.. Bunlar siyah tuşlarda bulduğumuz on sese katılınca 31 eder.
Ne kolay değil mi?
Fakat siz beklersiniz ki müellif kendi kurduğu bu ana kaideye sadık kalsın da sekizlinin otuz bir parçasından her birini ötekinden ayırt edecek surette işaretler kullanarak nota yazsın.
Hayır. Onun kitabındaki notalar, hepimizin bildiği muaddel sistemin sekizliyi on iki müsavi kısma ayıran kaidesinden doğma işaretlerle yazılmıştır.
Alfabesi otuz bir harfi muhtevi olan bir dilin yalnız on iki harfle yazılışı neye benzerse Hatherly’in notaları da ona benziyor.
Çifte diyezli Do ile çifte bemollü Mi’yi ve Re naturel’i birbirinden ayrı üç ses itibar etmek mümkün, lakin bu üç sesi kulakla tefrik etmek muhaldir. Bir ses hakkındaki sırf kulağın yardımıyla:
-La değildir, çifte diyezli Sol de değildir, ancak çifte bemollü Si’dir.
Diyebilecek kahraman henüz normal insanlar arasında yaratılmamıştır.
Hatherly nazari mahiyette kolayca buluverdiği 31 müsavi taksimatlı sekizliyi sonradan kendisi de beğenmemiş olacak ki bilfiil tatbik etmeyi hatırına getirmemiş!
Şu “sekizli” denilen nesnenin muhtelif musikiciler elinde çeşit çeşit taksimlere uğramak suretiyle asırlardan beri çektiği ezalara bakıyorum da haline acıyacağım geliyor!
******
Müellifin makam teşkilatı da tıpkı sekizli taksimatı gibi kolay bulunan fakat zor kullanılan cinstendir.
Hatherly altı türlü dianotik teldört tesbit ediyor:
1-Yarım tam tam
2-Tam yarım yarım
3-Tam tam tam
4-Tam tam tam
5-Yarım yarım tam
6-Tam yarım yarım
Bu iki türlü teldört ikişer-ikişer birleştirerek sekizli haline getirdiğimiz vakit her bir çeşit teldördün tizde veya pestte bulunuşuna göre (6x6 = 36) otuz altı tane dianotik dizi hasıl olmaktadır.
Müellif kromatik olmak üzere de şöyle altı türlü teldört daha bulunuyor:
7-Yarım artık ikili yarım
8-Yarım yarım artık ikili
9-Artık ikili yarım yarım
10-Tam yarım artık ikili
11-Artık ikili yarım tam
12-Yarım tam yarım
(Yukarıdaki teldörtlerden 4, 10, 11 numaralıları artık dörtlüdür; 5, 6, 12 numaralıları da eksik dörtlüdür.)
Bu surette iki takım teşkil eden teldörtlerin yekurnu on ikiye baliğ olmaktadır. Teldörtlerin ikişer-ikişer birleştirilmesi takdirinde (12x12 = 264) iki yüz altmış dört tane dizi elde edilmek kabildir. Fakat müellif bazı tay ve ilaveler yaparak 253 diziyi kabul ediyor.
Lakin sekizliyi otuz bire böldüğünü bir aralık yine hatırladığı için, bu otuz bir perdeden her biri 253 tane kromatik diziye başlangıç yapılınca (253x31 = 7843) yedi bin sekiz yüz kırk üç tane dizinin vücude geleceğini hesaplıyor. Otuz altı dianotik diziye de otuz bir perdeden her biri başlangıç yapılacak olursa (36x31 = 1116) bin yüz on altı dizi daha meydana gelir. Bu veçhile kromatik ve dianotik dizilerin sayısı (7843+1116 = 8959) sekiz bin dokuz yüz elli dokuza kadar yükselmektedir.
İçinde kağnı gıcırtısından, bostan dolabı zırıltısından daha az latif ses sıralanışlarına tesadüf edilen bu dizi yağmurundan şemsiye ile dahi korunmak mümkün olmaz. Bereket versin ki müellif insaflı davranarak 8959 dizisinin hepsini bize tavsiye etmiyor da bir tevazuyla 126 makama kanaat ediyor.
Hatherly’nin bu kadar çok makam dizileri bulabilişinde maalesef hiçbir ameli kıymet yoktur.Ben bile kağıtlara sığdırılamayacak miktarda yığın-yığın makamlar icat ederek ihtira hakkını her dileyene bes-bedava vereceğimi altıncı makalemde ilan ettiğim halde bugüne kadar bir isteklisi çıkmadı.
Çıkmayışlarının sebebi var: Çoğu Ebucehil karpuzu lezzetinde olan bu matahlara heves etmek kolay şey değildir!
Hatherly’in öve-öve kitabına geçirdiği makamlardan size birkaç misal göstereyim de tadımlık örnek olsun.
Teşekkür olunur ki bu nevi makamlardan yapılmış eserleri yeryüzünde işitmeyeceğiz: Olsa olsa cehennem muhitine yaraşan o gibi lahinler –eğer burada “lahin” sözünü kullanmak caizse- en şiddetli azabı hak edenlere ahrette belki dinletilebilir diyeceğim ama doğrusu adamcağızlara yazık olacak!
İşte Hatherly’in kitabında uzun uzadıya anlatılan Bizans musikisinin hülasası budur. Ve bu musiki Bizans musikisi…. değildir.
Hatherly’in kitabından misal olarak aldığım bu diziler kitabın 36, 43, 53, 54, 57, 58 inci sahifelerindeki 55, 99, 152, 190, 249, 269 numaralı sekizlilerdir.
Sakın musikimiz Bizanslılardan alınma olmasın?
Bu suale kökünden cevap verebilmek için evvela Bizans musikisinin mahiyetini görmemiz lazım.
Kendisi çok çetrefil, notası kendisinden daha karışık, kaynakları pek kıt, taraftarları pek müteassıp olan o musikiyi de birkaç makale içinde izah etmeye çalışacağım.
*****
Ne zaman Bizans musikisinin adı geçse mutlaka Hatherly’nin “Bizans Musikisi” adındaki kitabını hatırlarım.
Fakat bu hatırlayışım eserin değerinden değil, bilakis değersizliğindendir: Unutulması kabil olmayacak kadar değersizlik!
Bazı garp yazıcıların Hatherly’ye kanıp da sırf onun şahadetiyle birtakım acayip fikirler ileri sürmeleri eserin değersizliğindeki tehlikeleri arttırıyor.
-Bizans musikisine mahsus bir kitabın tehlikesinden bize ne?
Diyebilirdik, eğer müellif her fırsat buldukça Türklere sataşmasaydı! Onun sözlerine inananlar da hep bu zehirli iftiralarla silahlanıyorlar.
Evvelce birkaç defa Hatherly’den bahsetmiş ve kendisiyle uzunca meşgul olmayı ileriye bırakmıştım. Bugün vaadimi yerine getirmek istiyorum.
Kim bu Hatherly?
Doğrusu ben de bilmiyordum. Hal tercümesine hiçbir yerde tesadüf etmemiştim.
İsminden İngiliz olduğu belli.
Kitabın iç kapak sahifesinde kendi adının altına “İstanbul Patrikhanesi cihanşümal tahtının baş papazı” şeklinde tercüme edilebilecek heybetlice bir ibareyi ilave edişinden de İstanbul’a geldiği, burada Rum patrikhanesine intisap ederek (girerek), uzun müddet kaldığı zehabı (sanısı) hasıl oluyordu.
Lakin bu zehap doğru değilmiş.
Onun hayatına dair ilk malumatı 1929’da intişar eden bir İngiliz musiki kamusunda (sözlük) okudum.
Kamusun yazdığına göre Stephen Georgeson Hatherly 1827 senesinde İngiltere’nin Bristol şehrinde doğmuş. Org çalarmış. 1857’den itibaren altı sene kadar Liverpool’daki Rum kilisesinde koro şefliği yapmış. 1871’de Rum papazlığına girmiş. 1875’de baş papazlığa yükselerek, İngiltere’nin garp limanlarına gelen Yunan gemicileri arasında çalışmak üzere, hizmete tayin edilmiş. Nihayet 1905’te vefat etmiş.
Kendisinin İstanbul’a gelmiş bulunması ihtimalinin varit (inanılabilir) olmadığı bu izahattan anlaşılıyor. Demek ki kitabın üzerinde göze çarpan o şatafatlı unvan uzaktan takılma bir süsten ibaret.
Türk musikisinin Bizanslılardan alındığı yolundaki itikadın imamlarından olan bu zatla biraz fazla uğraşacağım. Çünkü o itikadın hangi köklerden türediği ve hangi duygulardan doğduğu iyice belirlenmelidir.
*****
Hatherly Kırım muharabesi devrini idrak etmemesine rağmen bir türlü Türk milletinin dostu olmamıştır. Diline doladığı mevzularda –hakiki bilgisi bulunsun, bulunmasın- herhangi bir delil aramak külfetine girmeden hemen vesile icat ederek Türkleri nasipsiz göstermek illetine müpteladır.
Guatelli Paşa’nın neşrettiği bir nota albümünden üç tane Türk halk şarkısını seçip kitaba koyarken bakın Hatherly neler yazıyor:
“Bu şarkılar tarihsiz örneklerdir. Vakıa Türklere aidiyeti Rumlar tarafından bile söylenir amma asıllarında şüphesiz ki Rum şarkılarıdır. Türklere ferd olmak üzere hürmetle bakabilirsek de onlar bir millet olmak üzere sanatkar değillerdir. Bizans İmparatorluğu’nu teşkil eden mütemeddin ülkeleri on dördüncü ve on beşinci asırlarda istila ettikleri zaman Türklerin kendilerine mahsus bir mimarileri veya bir musikileri yoktu; zaten bunlara malikiyet ihtiyacında olmadıklarını da çabucak gördüler. Çünkü fethettikleri memlekette her ikisi el altında hazır duruyordu. Bu sebeple Türk mimarisi ve Türk musikisi, yabancı karışıklığıyla bozulmadıkça , esasından hep Rumların, daha doğrusu Bizanslılarındır.”
Bay baş papaz şu birkaç satırlık lakırdı içinde birbirinden daha büyük birçok hükümler veriyor. Biz o hükümlerden başlıca üç tanesini ayırabiliriz:
1-Türklere aidiyeti Rumlar tarafından da itiraf edilen halk şarkıları hakikatte Rumlarındır;
2-Türkler ferd itibariyle muhterem olabilirler ama millet itibariyle sanatkar değillerdir;
3-Türklerin mimarisi ile musikisi Bizanslılardan alınmıştır.
Bu derece keskin ve götürü hükümleri verirken müellifin hangi delillere istinad ettiğini beyhude aramayınız. Onun sözlerinde bir tek “şüphesiz” kelimesinden başka destek yok.
Zavallı “şüphesiz” kelimeciği!... Her vakit kuvvetli şahitlere terfik (yanına katmak) edilmek itiyadında bu sefer birdenbire korkunç hüküm yüklerinin altında yalnız başına bırakılıvermekten sanki yamyassı ezilmiş de cıyak-cıyak haykırıyor gibidir. Asıl zihinde şüpheler uyandıran hadise “şüphesiz”ciğin bu manevi feryadı oluyor.
Hemen ilave edeyim ki çürük-çarık birkaç şarkı ister bize, ister başkalarına ait olsun, haddizatında bu noktanın zerre kadar ehemmiyeti yoktur. Benim ehemmiyetli gördüğüm şey şarkıların kıymeti değil bilakis bu derme-çatma dırıltıları Türklere yakıştıramayacak dereceye varan müellifin garezkarlığıdır. Yoksa o şarkıları da, onlara benzeyen diğer malihulya notalarını da memnuniyetle kendisine bağışlarım. Ve böyle yapmak musikimizin daha lehindedir. Birtakım süprüntülerden kurtulacağı için.
“Tanbur-i kebir-i Türki” denilen sazı –üstündeki Türklük damgasına rağmen- ille Türkler’in elinden alacağım diye musiki müverrihi Fetis’in ne zahmetlere katlandığı evvelce anlatmıştım. Bay baş papaz da aynı işi yapmakta ve Rumlar’ın bile Türkler’e isnad ettikleri şarkıları hiç sebepsiz Rumlara mal etmeye çalışmaktadır.
Zaman oluyor ki insan garazkarlığın mantıklısını özlüyor!
Hatharly Türklere bir yandan fert itibariyle hürmet gösterirken öte yandan millet itibariyle ağır bir hürmetsizlikte bulunuyor. Eğer onu hürmeti hürmetsizlikte haklı görünmek için bir yapmacık değilse her halde tevili (çevirmesi) pek güç bir tenakuz (tutarsızlık) teşkil eder. Zira efradı teker-teker hürmet telkin eden bir milletin topluluğunda efradının sayısı kadar kat muhteremlik vardır.
Ya Türklerin 14’üncü ve 15’inci asırlarda hala mimarisiz ve musikisiz oluşlarına ne diyelim?
Biz, basiretleri kara gözlüklü aleyhdarlarımızın bu tarzda iddialarına aşinayız; onların nice çeşitlerini gördük. Fakat yine kendi kendimize sormaktan geri duramıyoruz:
-Demek İstanbul’da, Bursa’da, Edirne’de, Konya’da, Sivas’ta, hatta Hindistan’a varıncaya kadar daha başka bin bir yerde fezaları bezeyen ve Türk sevgisinden en uzak yabancıları bile hayran bırakan bütün Türk mimari eserleri Bizans taklidi öyle mi?... E, bunların arasında on dördüncü asırdan daha evvel yapılmış olanlar neyin taklidi?
Haydi farzedelim ki Bay baş papaz –mimar olmadığı halde bir mühehassıs tavrıyla- Türk mimarisine dair kanatlarını yazarken yanılmıştır ve yanılmakta mazurdur. Vakıa yine “Bilmediği şeylere karışmakta da mazur mudur?” sualiyle karşılaşabiliriz ama ben kendi hesabıma mimarlık mevzuunu incelemeye salahiyettar olmadığım için daha ileri gitmeyeceğim ve musiki bahsine döneceğim:
-Acaba eski Türk hakanlarının önünde her akşam çalınması milli bir anane olan nöbetler Bizans musikisinden mi alınmıştır? Ninnilerde, çocukluk oyunlarında, düğünlerde, ibadetlerde, eğlencelerde, güreşlerde, şölenlerde, muhaberelerde, cenaze törenlerinde, elhasıl hayatın beşikten mezara kadar her safhasında bir türlü musikiden kendisine ayıramayan Türk milleti ta Orta Asya’dan beri bu işleri Bizans musikisiyle mi yapıyordu? Türk saz şairleri Bizans musikisini mi terennüm ediyorlardı? Eksi Yunanlıların Anadolu’dan ve şarka doğru daha uzak yerlerden alarak kırkıp budadıkları musiki de Bizans yadigarı mı idi?
Böylece hususi bir tebettü yapmaya hacet kalmaksızın kendiliğinden zihne bir sual ordusu hücum ediyor. Fakat sualleri uzatmaya ne lüzum var? Bizanslılarla temasımızda onların mı bize musiki verdikleri, yoksa bizim mi onlara musiki verdiğimiz bundan sonraki tafsilatla apaydın meydana çıkaracaktır.
*****
Hatherly, kitabın diğer bir sahifesinde yine birkaç tane Türk şarkısını misal olarak alırken:
“Misallerin, diyor, ikisinde Rumca güfteye rucu edebilmiş olmakla mübahiyiz. Güya Türkçe denilen şarkıların hepsi hiç şüphesiz bir vakit Rumca güfteli idiler. Fakat biz güftelerden yalnız bazılarını bulmak bahtiyarlığına eriştik. Eğer Türkçe kelimeleri notanın altına koymuş olsaydık bunlar Arap harflerini okuyanlardan başka kimsenin işine yaramayacaktı. Fazla olarak o kelimeleri koyuşumuz Arap, Acem ve Türk karileri de memnun etmeyecekti. Çünkü soldan sağa doğru okunan musiki notası kelimelerin hecelerini tersine döndürecek, bu ise ters yazılı harfleri deşifre etmekten daha zor bir iş olacaktı. Önümüzde açık duran şu iki sahifenin başındaki ünvanlar ters basılınca nasıl bize:
MENSCİSPE AND TIONCAPLIAP SICMU TINEZANBY
Kılığında görünürse, Türkçe kelimeler de onların gözlerine böyle görünecekti.”
Bay baş papazın –haline bakmadan- bizimle alay edişine ne buyurursunuz?
Lakin biçare düşmanımız alayında bile yanılıyor. Zira, sağdan sola doğru hareket eden Arap yazısının soldan sağa doğru giden garp notasına tıpatıp uymadığı doğru olmakla beraber, vaziyet hiç de onun tasvir ettiği gibi değildir. Heceler birbirine bitiştirilmeyerek notaların altına ayrı ayrı yazıldığı için okumasında öyle mübalağa edilebilecek bir güçlüğe tesadüf edilmez. Bay baş papaz kendi kitabının sahifesi başındaki ünvanları misal diye alırken mümkün olduğu kadar gülünçleştirmek maksadıyla, sonundan başlatmış ve heceleri de birbirine yapıştırmıştır. Böyle yapmak şarkıların hecelerini de birbirine yapıştırmıştır.Böyle yapmak şarkıların hecelerini mısraların sonundan başına doğru sıralayıp o sıra ile okutmaya muadil olur ki Arap harfleriyle yazılan nota güftelerinde bu çirkinlik yoktur. Bilfarz:
Mısraını müellifin tarif ettiği tarzda yazar ve okursak:
Sunnando nedarin silimec neyi desengül
Kıyafetine sokmuş oluruz. Halbuki heceler ayrı ayrı yazıldığı ve garp notası da okuyanı soldan başlamaya sevkettiği için mısraın nota altında duruşu hakikatte şöyledir.
Türklere Hatherly’den daha dost olmayan Villoteau ve Kiesewetter gibi müellifler Türkçe ve Arapça şarkıların güftelerini notalarının altına Latin harfleriyle yazmakta beis görmemişlerken Bay papazın bu basit muameleyi bırakıp da Arap harflerini uzun uzadıya alay mevzuu yapması bir kum tanesi üzerinde kayakla dans etmekten farklı değildir.
Bununla beraber ben Arap harflerinin Garp notasında aldıkları biçimi müdafaa etmeyeceğim. Benim dikkatime çarpan cihet “Güya Türkçe denilen şarkıların hepsi hiç şüphesiz bir vakit Rumca güfteli idiler” iddiasıdır.
Bu iddia etrafında yazılan bir iki satırlık ibare siyasi vesikalar kadar özenilerek tertip edilmişe benziyor: “Rumca güfteye rücu edebilmiş olmakla mübahiyiz” ve “güftelerden yalnız bazılarını bulmak bahtiyarlığına eriştik” cümleleri esasi fikre bir hakikat çeşnisi verecek dekor hizmetini görmektedir; bütün Türkçe şarkıların bir vakit Rumca olduklarını ifade eden esasi fikir ise “Güya Türkçe denilen” ve “hiç şüphesiz” sözleri gibi psikolıjik kuvvet şuruplarıyla sağlamlaştırmak istenilmiştir. “Şarkılar” (Songs) tabiri de, mutlak bırakıldığı için, halk şarkılarıyla klasik şarkıları kendi çerçevesi içine alan geniş şümul kazanmıştır.
Şu işaret ettiğim itinalar suikasttan haberdar olmayan masum karileri öyle bir hava ile ihata ediyor ki içine girdikleri zaman ne kadar Türkçe şarkı varsa hepsinin Rumcadan tercüme edildiğini, sırra kadem basan Rumca güfteleri bulup keşfetmenin insanı bahtiyar edecek mühim bir muvaffakiyet sayıldığını, muhterem baş papazcağızın da ki şarkıya ait Rumca güfteleri buluncaya kadar akla karayı seçtiğini tasdik etmeleri kolaylaşıyor.
Bir ahiret adamı sıfatıyla kendisinden hiç olmazsa dünya işlerinde doğru söz beklemeye haklı olduğumuz Bay baş papazın hareketine gülmek kafi değildir, biraz da ağlamak icap eder!
Herkese telkin etmek istediği fikre bizzat inanmış mıdır dersiniz?
Bence inanmış olması nisbeten ehven olacak; çünkü nihayet cahillikle kalır. Fakat şayet bizzat inanmadığı fikre başkalarını kandırmak, hem de bunu koskoca bir milletin aleyhinde delilsiz, isbatsız yapmak istemişse o zaman ilmi ahlak bakımından düşeceği çukurun dibi yoktur.
“Delilsiz, isbatsız” diyorum ama sayın müellifin en nazik dakikalarında imdadına yetişen pek kıymetli tek delilini, mahud “şüphesiz” kelimeciğini unutmamalıyım. Anlaşılan bu cefakeş kelimecikle müellif esrarlı bir kudret tevehhüm ediyor ki onu sözüne katar katmaz hiç kimsenin itiraza mecali kalmayacak sanıyor. Lakin, biraz evvel söylediğim gibi, feryadlariyle şüpheler uyandırarak öcünü almakta gecikmeyen de işte bu “şüphesiz”dir.
Fecaatı düşününüz: Mademki bütün Türkçe şarkıların bir vakit Rumca güfte oldukları şüphesizmiş, o halde ya hepsinin Rum bestekarları tarafından Rumca şiirler üzerine yapılıp sonra meçhul birtakım hayır sahiplerinin himmetiyle bu şiirlerin gizlice Türkçeye tercüme edildiğini, yahut da Türk bestekarları tarafından Rumca şiirler üzerine yapılıp sonra yine meçhul birtakım hayır sahiplerinin himmetiyle bu şiirlerin gizlice Türkçeye çevrildiğini kabul edeceğiz.
Tercümelerdeki muvaffakiyet ise insanı hayretinden sırt üstü yere düşürecek dereceye varmaktadır. Mesela klasik musikimizden Şakir Ağa’nın rast şarkısına ait:
Muy-i jüliden oluptur serde anka lanesi
Düşmüşüm bir dame kim yoktur halasın çaresi, ihl.
yahut Sadullah Ağa’nın hicazkar şarkısına ait:
Hıram et gülşene guşeyle ar’ardan müdarayı
Utandır serv-kad-di dilkeşinle serv-i balayı, ihl.
şeklindeki güfteler ve halk musikisinden:
Kar mı yağmış şu İzmir’in dağına
Çiğ mi düşmüş goncasına, bağına
Henüz girmiş sarılmanın çağına, ihl.
Yahut:
Edirne’den çekirdeksiz nar gelir
Sırmalı mintan ince bele dar gelir,ihl.
Gibi şarkılara ait güfteler meğer Rumcadan tercüme imiş!... Biz gafiller ise bu güfte ve besteleri Türk eseri zannederek boşuna övünüp avunuyormuşuz!...
Şaşılacak bir şey daha var: Galiba Rum bestekarları her şarkıyı Rumca olarak besteledikçe hemen Türklere devrediyorlar ve tercümesi yapılıp da Türkler tarafından kullanılmaya başlanınca kendi öz malları olan o şarkılara birden bire yabancılaşıveriyorlarmış!...
Şarkılarımızı Rumların benimsemeyişleri başka türlü izah edilebilir mi?
Hem verenler nerede? Alanlar nerede? Bu alış veriş hangi pazarlarda yapılıyor? Tercümeleri o harikulade üslubla başaranlar kimdirler?
Klasik şarkılarımızdan birçoğunun güfteleri Fuzuli, Nedim, Ziya Paşa ve saire gibi şairlerimizin eserlerinden alındığına göre demek ki onlar da şiirlerini Rumcadan tercüme etmişler!
Böyle, şarkılarını Rumlardan almaya muhtaç bir milletin şarkıya kıyas edilemeyecek mertebede yüksek eserler bestelemeye bittabi gücü yetmeyeceği için Bay baş papazın kanaatince Türk musikisindeki kar, murabba, nakış semai gibi gayri dini ve mevlid, miraciye, durak, tekbir, münacat, tesbih, tevşih, ilahi, naat, sela, temcit, Mevlevi ayini gibi dini parçalar, hatta ezan ve kamet gibi namaz teferruatından lahinlerle Kur’an musikisi hep Rum bestekarların bizlere armağanlarından ibaret addedilmek lazım gelir.
Müellif bari dini eserlerimizin bestekarlığını bize bıraksa!... Fakat hayır, ona bunu kabul ettiremeyiz. Zira kabul ederse, Türk musikisinin en yüksek abideleri daha ziyade dini parçalar arasında olduğundan, kendi kendisini yalanlamış olur.
Itri’nin “Ya Hazreti Mevlana, Hak dost” diye başlayan Mevlevi naatı, Kutb-u Nayi Osman Dede’nin miraciyesi, Köçek Derviş Mustafa’nın bayati makamından Mevlevi ayini, Yusuf Çelebi’nin “Afitab-ı subh-i ma evha, Habib-i Kibriya” güfteli rast durağı gibi her biri bir oda dolusu şarkıya bedel olan ve –bizim ölçümüzde değil, dünya ölçüsüyle- birer şahaser teşkil eden muazzam parçaları yapmaya muktedir iken dört satırlık şarkıyı bestelemekten aciz kalmamız Bay baş papazın şişman cür’etine dahi sığmayacak bir garibe olacağı için bu şahaserlerin Rumcadan tercüme edildiğini iddiaya kendisi mecburdur.
O halde Rum bestekarların hiç kimseye duyurmadan birer köşeye çekilip sırf Türkler için Rumca güfteler üzerine harıl-harıl naatler, duraklar, miraciyeler, Mevlevi ayinleri, ilh. besteleyişlerini; sonra da bu Rumca güftelerin Türkçe, Arapça, Farsça gibi münasip bir dile fevkalade bir muvafakiyetle tercüme edilerek hemen hemen Türklere devir ve Türk bestekarlarına isnad olunuşunu bir düşününüz!
Yahut da Itri, Derviş Mustafa, Yusuf Çelebi, Kutb-u Nayi Osman Dede, Seyyid Nuh, Hafız Post, Bekir Ağa, Kara İsmail Ağa, Dede İsmail Efendi ayarında dahilerle Üçüncü Sultan Selim’ –başlarında sikke, taç, sarık veya kavuk- erkan mindere üzerinde kurulmuş, Rumca eserler bestelerken bir tasavvur buyurunuz!...
Bay baş papaz hakikate kılıf geçirmek istiyor ama işin ne raddelere varacağını pek kestirememiş olsa gerek!
*****
Vakıalar bazen insanlarla istihza ederler. Zavallı Bay baş papaz da vakıaların böyle bir istihzasına uğramıştır.
Kütüphanemde Rumca bir kitap var ki Loannos G.Zografos Nikeos adında bir Rum vatandaş tarafından 1856 tarihinde, yani Hatherly’nin Liverpol Rum kilisesine koro şefliğiyle girmesinden bir sene evvel İstanbul’da neşrolunmuş. Üç yüze yakın sayfayı ihtiva eden bu kitap Türk bestekarlarının eserleriyle doludur ve bütün eserler Bizans notasıyla yazılmıştır. Mukaddimesi ile bir kısım metni Rumca, fakat tarifatı da eserlerin güfteleri de Rum harfleriyle Türkçedir. Fihristinden birkaç satırı Latin harflerine çevirerek buraya alıyorum:
“Der tarif-i usulat.
Der fasl-ı Rast Rehavi.
Beste: Zülfünü perişan etmiş.
Şarkı: Bu kemal-i hüsn ile.
Şarkı: Zümre-i huban içinde.Rıza ef.
Şarkı: Sevdim yine bir nevcivan.
Nakış Semai: Amed nesim subhdem. Abdülkadir
Der fasl-ı Suzinak.
Şarkı:Bezm-i uşşaka.” İhl.
Usullerin tarifine dair olan metin şöyle başlamaktadır:
“Der tarif-i usulat: Sazende-i hassa Haşim Bey’in mecmua-i latifesinden naklolunmuştur.”ihl.
Kitabın ilk nota sahifesi şudur:
Yukarıdaki klişede Rum harfleriyle Türkçe olarak “Beste, Tanburi’nin, makamı rehavi usulü sakil” sözleri okunuyor. Bestenin güftesi de yine Rum harfleriyle Türkçe olarak “Ah, zülfünü perişan etmiş” diye yazılıdır.
Kitabın içinde Dede’nin 17 tane; Tanburi’nin ve Şakir Ağa’nın dörder tane; Hoca’nın, Rıza Efendi’nin, Hafız Efendi’nin, Aziz Efendi’nin, Halil Efendi’nin, İsmail Ağa’nın ikişer tane; Domuzoğlu Ali’nin, Sultan Mahmud’un, Dellalzade’nin, Tab’i’nin, Osman Ağa’nın, Raif Efendi’nin, Ahmed Ağa’nın, Ağa Çırağı’nın, Sultan Selim’in birer tane eseriyle sahipleri meçhul diğer 17 tane Türkçe şarkı bulunuyor.
Hatherly’e sert bir cevap olarak bu kadarı kafi değilmiş gibi kitapta başka bir şey daha görülüyor ki sahifelerin arasından fışkıran istihzaya bir sulfato acılığı ilave etmektedir: Rumlardan Yorgaki, Corci, Zaharya, Çakıraki, Yani ve Ermenilerden Markar, Manuk, Nikoğos, Osev isimli zatların –Rumca veya Ermenice değil, tamamiyle tersine- Türkçe şiirler üzerine yaptıkları beste ve şarkıların Bizans işaretleriyle yazılmış notaları ve Rum harfleriyle basılmış güfteleri Bay baş papazın yüzüne kahkahalar fırlatıyorlar!
İşte bir taraftan Hatharly “Güya Türkçe denilen şarkıların hepsi hiç şüphesiz bir vakit Rumca güfteli idiler” iddiasiyle meydana atılmak için henüz Liverpool Rum kilisesinde hazırladıklarını yapıyorken diğer taraftan Rumlar “Haşim beyin mecmuai latifesinden” naklederek Türk musikisinin usullerini kendi milletdaşlarına öğretiyorlar; Türk bestekarların eserlerini ve Türk kültürünün içine gömülmüş Rum ve Ermeni bestekarlarının Türkçe şarkılarını Bizans notasıyla ve Rum harfleriyle bastırıp Rumlar arasına yaymaya çalışıyorlardı.
Eğer Bay baş papazın ruhu vakıaların bu eşsiz ve ezici istihzasının öbür dünyada haber almışsa her halde pek rahatlamış olmayacaktır!
*****
Müellifin hüviyeti ve kanaati hakkında yukarıki bilgileri edindikten sonra artık kitabına göz gezdirebiliriz:
Kitabın önsözünde Hatherly “Umumiyetle şark musikisini öğrenmek isteyenlerin çektikleri güçlüğü gidermek için İngiliz dilinde ilk defa kendisinin emek sarfettiğini” söylüyor ve hamişe geçerek, “Umumiyetle şark musikisi” tabirlerinden Hindistan, Çin, Japonya gibi uzak şark memleketlerinin hariç tutulması ve o tabirden yalnız Şarki Roma İmparatorluğu’nun tesir altında kalmış milletlere ait musikinin anlaşılması lazım geleceğini ihtar ediyor.
Bu ihtarın şeffaflığı içinde gene dev kadar kocaman bir iftiranın karaltısı kımıldanmaktadır: Hindistan, Çin, Japonya gibi uzak şark memleketlerinden başka şarktaki bütün musikilerin Bizanslılardan alınma olduğu iftirası!
Gelecek yazılarım meselenin iç yüzünü tenvir edeceği için şimdilik iftirayı yalnız kaydedip bırakacağım.
*****
Hatherly “Bizans musikisine dair trete” olmak üzere neşrettiği iri kitapta ne Bizans müelliflerinden, ne Bizans nota yazısından ne Bizans makam ve usullerinden, ne de Bizans musiki parçalarından bahsetmemiştir. Halbuki Bizans musikisini-iyi-kötü-bilebildiği kadar- öğretmenin bunlarsız imkanı yoktur.
Bizim Bay baş papaz sadece bir tek hedef kolluyor; o da Türk musikisinin Bizanslılar’dan alındığını göstermeye çabalamaktan ibaret.
Ne çare ki bize sunduğu izahatın daha ciddi kitaplardaki tafsilata uymayışı kendisini hedefinden uzaklaştırıyor.
Hatherly’in kitabında zikri geçen biricik Rumca eser Bursalı Kiltzanidis adlı bir Rum vatandaş tarafından 1881’de İstanbul’da bastırılmış bir risaledir.
Bu risaleyi arattığım halde maalesef bulduramadım; fakat bana verilen malumata göre risale, Kandemiroğlu edvarındaki Türk musikisi tarifatının Rumcaya tercümesini ihtiva ediyormuş.
Hatherly birkaç satırdan fazla iktibasta bulunmadığı için Kiltzanidis’in risalesi hakkında şahsi bir fikir sahibi değilim. Ancak Kandemiroğlu edvarının tercümesine münhasır kalan bir risalenin Hatherly zihniyetinde bir müellif tarafından mehaz tutulacağına pek aklım yatmıyor. Hususiyle Hatherly Rumca risalenin neşrine Osmanlı hükümetince müsaade olunmasından istifade ederek bu müsadeye risale mündericatının resmen kabul ve tasdiki manasını sokmak gayretinde bulunuyor ki insani şekillendirecek bir harekettir. Mesela Kiltzanidis’in risalesi için Hatherly “Türk İmparatorluğunda kullanılmasına Osmanlı hükümeti tarafından izin verilmiş” demekle beraber eserdeki musiki sisteminin “Türk ruhsatnamesiyle artık kilise dışında kullanılması resmen teessüs etmiş” olduğunu ilave etmektedir. Risaleyi adeta kanun şekline girmiş gibi tanıtmak isteyen bu tavsifler Bay baş papazın ağzında beni kuşkulandırıyor. O sebeple şimdilik Kiltzanidis’e ve risalaesine karşı ihtirazlı davranmak mecburiyetindeyim.
Hatharly Bizans musikisi makamlarının Gregoriyen musikisindeki makamlara muadil olduğunu ispat için Kiltzanidis’den alıyor tavrıyla şu cetveli kitabına koymuş:
Vaktiyle ansiklopedilerden birinde bir at resmi görmüştüm. At cinsine arız olan bütün hastalıkları bir arada göstermek için yapılmış muhayyel bir resim. Bu resimdeki hayvanın hiçbir tarafı yoktu ki sağlam olsun. Gerek göz ve kulak gibi çift uzuvlarıyla ayaklarının her birinde, gerek bedeninin diğer muhtelif kısımlarında türlü-türlü hastalıklarının tahribatı tasvir edilmişti.
Yukarıki cetvelin bizi alakadar eden sütunları tıpkı o iler-tutar yeri kalmamış olan atı andırıyor: Yanlışsız satırı yok! Başından sonuna kadar hata!
Makamın ismi “To neva” değil, sırası dördüncü ton değil, genişliği Sol-sol değil, ihl. ihl.
Hele Türk makamlarını Bizans musikisine mensup zannettirmek için Hatherly’in müracaat ettiği vasıta en asık çehreleri gülümsetecek kadar tuhaftır. Bu vasıtanın layık olduğu ismi yazmamak için kalemimi pek zor zapdediyorum. Kararı size bırakacağım.
To neva, To çargah, ihl. kılığına konulan Türkçe makam isimleri sanki halis-muhlis Bizans ıstılahları imiş de başka harflerle yazılması caiz değilmiş gibi İngilizce kitaba Yunan harfleriyle dizilmiş. Ve her birinin başına Bizanslılık alameti olarak birer de To külahı geçirilmiş!
Eğer cetvelin Rumca risaleden nakledilişi buna sebep olarak ileri sürülürse yine faide vermez. Zira bütün cetvel muhteviyatını Latin harfleriyle yazıp da yalnız makam isimlerini Yunan harfleriyle bırakmanın manası yoktur.
Hayır, yanıldım: Çok manası var!
Cetvelin -ibretle seyredilmek için- fotoğrafını buraya koyuyorum:
Kiltzanidis Türk musikisine dair tariflerinde “Arap-Acem-Türk musikisi tabirini kullanmış, Hatherly de bunu İngilizceye tercüme ederek musikimize “Arabopersoturkish system” adını takmıştır. Bütün şarktaki musikilerin Bizanslılardan alındığı iddiasına uygun bir ad!
Fakat ben “Arap-Acem-Türk musikisi” tabirini de pek eksik buluyorum. Onu tamamlamak için, eğer nefes yetişirse, şöyle bir uzatmalıyız:
“Türk-Arap-Acem-Rum-Ermeni-Yahudi-Ulah-Bulgar-Sırp!...”
Hatta sonunda bir de “ihl.” koymalıyız; çünkü bütün bu milletler ve daha başkaları, mesela Arnavutlar, aynı musiki ile geçinmektedirler.
O musikinin Bizanslılardan alındığı iddiasına gelince, tekrar ediyorum: Yakında hakikati göreceğiz.
*****
Hatherly sekizliyi 31 –evet, otuz bir- tane gayrı müsavi aralığa taksim ediyor. Bu aralıklar otuz bir tane tam beşlinin üst üste dizilmesinden hasıl olmaktadır.
Niçin 31 ve 30 veya 32 değil?
Müellif bunu şöyle izah ediyor: Piyanoda Do diyez ile Re bemol’ün aralarındaki fark gözetilmeksizin bu iki perde için bir tek siyah tuş kullanılır. Diğer notaların da diyezleriyle bemolleri arasında fark varken piyanoda bu farka ehemmiyet verilmeyerek perdelerden her iki tanesi yerine bir tek siyah tuşla iktifa edilir. Bir sekizlideki siyah tuşların sayısı beş olduğuna ve her bir siyah tuş iki sesi temsil ettiğine göre bunlarda on ses var demektir. Beyaz tuşların da her biri hem kendi sesini, hem kendisinden bir tam aralık pest olan perdenin çifte diyezlisini , hem de kendisinden bir tam aralık dik olan perdenin çifte bemollüsünü verdiği için yedi tane beyaz tuşta üçerden yirmi bir ses mevcuttur.. Bunlar siyah tuşlarda bulduğumuz on sese katılınca 31 eder.
Ne kolay değil mi?
Fakat siz beklersiniz ki müellif kendi kurduğu bu ana kaideye sadık kalsın da sekizlinin otuz bir parçasından her birini ötekinden ayırt edecek surette işaretler kullanarak nota yazsın.
Hayır. Onun kitabındaki notalar, hepimizin bildiği muaddel sistemin sekizliyi on iki müsavi kısma ayıran kaidesinden doğma işaretlerle yazılmıştır.
Alfabesi otuz bir harfi muhtevi olan bir dilin yalnız on iki harfle yazılışı neye benzerse Hatherly’in notaları da ona benziyor.
Çifte diyezli Do ile çifte bemollü Mi’yi ve Re naturel’i birbirinden ayrı üç ses itibar etmek mümkün, lakin bu üç sesi kulakla tefrik etmek muhaldir. Bir ses hakkındaki sırf kulağın yardımıyla:
-La değildir, çifte diyezli Sol de değildir, ancak çifte bemollü Si’dir.
Diyebilecek kahraman henüz normal insanlar arasında yaratılmamıştır.
Hatherly nazari mahiyette kolayca buluverdiği 31 müsavi taksimatlı sekizliyi sonradan kendisi de beğenmemiş olacak ki bilfiil tatbik etmeyi hatırına getirmemiş!
Şu “sekizli” denilen nesnenin muhtelif musikiciler elinde çeşit çeşit taksimlere uğramak suretiyle asırlardan beri çektiği ezalara bakıyorum da haline acıyacağım geliyor!
******
Müellifin makam teşkilatı da tıpkı sekizli taksimatı gibi kolay bulunan fakat zor kullanılan cinstendir.
Hatherly altı türlü dianotik teldört tesbit ediyor:
1-Yarım tam tam
2-Tam yarım yarım
3-Tam tam tam
4-Tam tam tam
5-Yarım yarım tam
6-Tam yarım yarım
Bu iki türlü teldört ikişer-ikişer birleştirerek sekizli haline getirdiğimiz vakit her bir çeşit teldördün tizde veya pestte bulunuşuna göre (6x6 = 36) otuz altı tane dianotik dizi hasıl olmaktadır.
Müellif kromatik olmak üzere de şöyle altı türlü teldört daha bulunuyor:
7-Yarım artık ikili yarım
8-Yarım yarım artık ikili
9-Artık ikili yarım yarım
10-Tam yarım artık ikili
11-Artık ikili yarım tam
12-Yarım tam yarım
(Yukarıdaki teldörtlerden 4, 10, 11 numaralıları artık dörtlüdür; 5, 6, 12 numaralıları da eksik dörtlüdür.)
Bu surette iki takım teşkil eden teldörtlerin yekurnu on ikiye baliğ olmaktadır. Teldörtlerin ikişer-ikişer birleştirilmesi takdirinde (12x12 = 264) iki yüz altmış dört tane dizi elde edilmek kabildir. Fakat müellif bazı tay ve ilaveler yaparak 253 diziyi kabul ediyor.
Lakin sekizliyi otuz bire böldüğünü bir aralık yine hatırladığı için, bu otuz bir perdeden her biri 253 tane kromatik diziye başlangıç yapılınca (253x31 = 7843) yedi bin sekiz yüz kırk üç tane dizinin vücude geleceğini hesaplıyor. Otuz altı dianotik diziye de otuz bir perdeden her biri başlangıç yapılacak olursa (36x31 = 1116) bin yüz on altı dizi daha meydana gelir. Bu veçhile kromatik ve dianotik dizilerin sayısı (7843+1116 = 8959) sekiz bin dokuz yüz elli dokuza kadar yükselmektedir.
İçinde kağnı gıcırtısından, bostan dolabı zırıltısından daha az latif ses sıralanışlarına tesadüf edilen bu dizi yağmurundan şemsiye ile dahi korunmak mümkün olmaz. Bereket versin ki müellif insaflı davranarak 8959 dizisinin hepsini bize tavsiye etmiyor da bir tevazuyla 126 makama kanaat ediyor.
Hatherly’nin bu kadar çok makam dizileri bulabilişinde maalesef hiçbir ameli kıymet yoktur.Ben bile kağıtlara sığdırılamayacak miktarda yığın-yığın makamlar icat ederek ihtira hakkını her dileyene bes-bedava vereceğimi altıncı makalemde ilan ettiğim halde bugüne kadar bir isteklisi çıkmadı.
Çıkmayışlarının sebebi var: Çoğu Ebucehil karpuzu lezzetinde olan bu matahlara heves etmek kolay şey değildir!
Hatherly’in öve-öve kitabına geçirdiği makamlardan size birkaç misal göstereyim de tadımlık örnek olsun.
Teşekkür olunur ki bu nevi makamlardan yapılmış eserleri yeryüzünde işitmeyeceğiz: Olsa olsa cehennem muhitine yaraşan o gibi lahinler –eğer burada “lahin” sözünü kullanmak caizse- en şiddetli azabı hak edenlere ahrette belki dinletilebilir diyeceğim ama doğrusu adamcağızlara yazık olacak!
İşte Hatherly’in kitabında uzun uzadıya anlatılan Bizans musikisinin hülasası budur. Ve bu musiki Bizans musikisi…. değildir.
Hatherly’in kitabından misal olarak aldığım bu diziler kitabın 36, 43, 53, 54, 57, 58 inci sahifelerindeki 55, 99, 152, 190, 249, 269 numaralı sekizlilerdir.