2019 yılında, üniversite ikinci sınıfta iken Mahalle Mektebi Edebiyat Dergisinin Tanrıkulu köşesinde üstadı anlatmaya gayret etmiştim. Yazdıklarımın bir kısmını belgesellerden, bir kısmını kitaplardan veya internetteki kaynaklardan, bir kısmını ise hocam Vefa Sağbaş'tan almıştım. Âcizâne yazdıklarımın herhangi bir yanlış üslup ve bilgi içermediğini umarak, biraz da tedirginlikle yazıyı ekliyorum. Not: Yazının kendini imha etme potansiyeli vardır :)

Kronolojik açıdan bakıldığında cahiliye devrini atlatalı hayli zaman geçmiş gibi. Oysa bir devrin kapanışı ancak devrin adetleri, yaşam biçimi, kafa yapısı değiştiğinde olur. Hâlen süregelen bazı kavramlar güncel yaşamda yerini bulmaya devam ediyorsa, insanlar tarih kitaplarında devrin kapandığından bahsederken bir kere daha düşünmeli.

Ailesi kulağına Kâni diyerek fısıldadığında Adana'nın Adalı Köyü'nde idiler ve yıl 1930'du. Hayatın gerçekleri ile pek erken karşılaştı. Babası aynı anda iki kişiyle evliydi. Bebekken üvey annesi gözlerine asit döktü fakat o dönem görme yetisini tam anlamıyla kaybetmedi. Kendi annesi kocakarı ilaçları ile gözlerini iyileştirmeye çalışırken tuzruhu içeren bir karışımı gözünde tutması gereken süreden fazla tuttuğu için bu sefer gözleri açılmamak üzere kapandı. Bu mel'un hadise tam olarak ne zaman yaşandı bilemiyoruz ama 'Ben görmek nedir bilmem' diyordu bir röportajında. Annesinin bu ihmalkâr tutumu ne ilk ne de sondu. Kâni Karaca'nın anneye ve anne merhametine hasret duyarak yaşaması ve yine hasret ölmesi hayatında izi silinmeyecek acıları tecrübe etmesine yol açtı. Küçük bir çocuk iken bile annesi tarafından yük olarak görüldü. Bir gün annesi onu diri diri gömmeye dahi kalkıştı. Komşular, mahalle sakinleri, hatta üvey annesi koştu imdadına. Kafalar mı cahiliye devrinde kalmıştı yoksa duygular mı bilinmez ama bir bildiğimiz var ki Kâni Karaca'nın hafızasında anne merhametinin karşılığı, yeri doldurulamayacak kadar boş kaldı. Öz annesi tarafından istenmediğini bile bile kim bilir kaç gamlı hazan geçirdi de en son halasının gönlü dayanmadı, bu talihsiz çocuğu yanına alıp yetiştirmek istedi. Muhakkak ki halası farkındaydı, annesi tarafından istenmeyen çocuklar hayata bir sıfır yenik başlarlardı.

Halası ile eniştesi bu çocuğun hafız olarak yetişmesinden yanaydı. Öğretmeni hafızdı, mûsikî nazariyatında da mahirdi anladığımıza göre. Bu sayede Kâni Karaca her anlamda ilk eğitimlerini ilkokul öğretmeninden aldı: okul, hafızlık ve mûsikî. Ancak Kâni Karaca'nın Adana günleri çok uzun sürmedi. Yirmi yaşına geldi ve artık hayatını kazanacağı, hocalarının sesini bir nakış gibi işleyeceği günlere ulaştı. Yani Kâni Karaca'ya İstanbul yolu göründü. Onu yirmi yaşına kadar yetiştiren hocasını İstanbul'da hangi hocayla karşılaşırsa karşılaşsın unutmadı. Değerli bir hocanın elinde yetiştiğini anlayan İstanbul'daki bir hocası, Kâni Karaca'ya şöyle söyledi: 'Adana'daki hocanı tanımam etmem. Fakat kendisine bir türbe yaptırmak lazımdır.'

Kâni Karaca'nın İstanbul'da ilk olarak Hafız Üsküdarlı Ali Efendi ile yolları kesişir. Sonra bir fasıl meclisinde meşk ederlerken Sadettin Kaynak, Hakkı Şahin, Alaeddin Yavaşça gibi Türk mûsikîsinin kıymetli isimlerine Kur'an-ı Kerim tilaveti sunar. Sesi ve tavrı ile hepsini etkilemeyi başarır. Sadettin Kaynak o dönem Yeni Cami'de mukabele okumaktadır. 'Bayramdan sonra gel, seninle meşke başlayalım' der Kâni Karaca'ya. Böylelikle Ârif Efendi'nin 119 makamlık Kâr-ı Nâtık'ını Sadettin Kaynak'tan, Âyin-i Şeriflerin tamamını Sadettin Heper'den, klasik eserleri Mesut Cemil'den meşk eder. Günler geçtikçe Kâni Karaca kabiliyeti ile herkesi kendine hayran bırakır. Her üstadın yetiştirmek için can attığı bir talebedir. Onun için İstanbul'da günler hayli verimli geçiyordur. Yeri geldiğinde naathan olur naat okur, yeri geldiğinde kudümzen olur ritim tutar, yeri geldiğinde mevlidhan olur mevlid okur, tıpkı mevlevihânelerin matbah-ı şeriflerinde pişenin yemek değil derviş -yani insan- olduğu gibi pişer. İstanbul'un kalbinde tam da İstanbul tilavet geleneğine uygun dört başı mamur bir hânende yetişiyordur, ne mutlu onu yetiştirenlere…

Kâni Karaca Mesut Cemil'in teklifiyle sanatçı seçmelerine katılır ve TRT Radyosu'na girmeye hak kazanır. Radyoda Kâni Karaca'nın sesiyle vücut bulmuş eserler kayıt altına alınır. Ne yazık ki kısa süre sonra o kayıtların büyük çoğunluğu yangında küle döner. Zatın çekemeyeni çok olduğundan bu olayın kasıtlı yapıldığını söylerler. Radyoya girişinin de ayrı bir hikâyesi vardır. Mesut Cemil'in mizacı serttir. Radyo için sanatçı seçmeleri yapılırken Mesut Cemil, Kâni Karaca'yı da seçmelere almak ister. Seçmelerde sıra Kâni Karaca'ya gelene kadar hünerlerini sergileyen herkese bağırıp çağıran, birçoğunu stüdyodan kovan Mesut Cemil, Kâni Karaca'yı dinleyince hüngür hüngür ağlar. Etraf da bu işe bir anlam veremez. Böylesi sert bir adamı ağlatan ses artık nasıl gönülden ve ne yaşanmışlıklar içinden kopup geliyorsa daha kim bilir kimlerin gönül tellerini titretmiş ve kaç tane dağ gibi adamı ağlatmıştır.

Kâni Karaca'nın sesi radyoda, fasıllarda, Mevlevi âyinlerinde sık duyulur olmuştur. Ülkesine sesini duyurduğu gibi dünyada da sesine, tavrına, nazariyattaki marifetlerine hayran bırakmıştır. Birinde bir toplulukla beraber New York'a Mevlevi ayini icra etmek üzere giderler. Ayin sonunda Kâni Karaca muhtelif makamları dolaşarak Kur'an-ı Kerim tilaveti sunar. Nazarî açıdan icrası kusursuzdur. Dinleyiciler arasında Batılı bir müzisyen vardır. Program sonunda Kâni Karaca'yı işaret ederek 'Bu adamın ağzında diyapazon mu var?' diye sorar. Kendi sesine bir saza hükmeder gibi hükmedebilme kabiliyeti Arap Müziği'nde de Ümmü Gülsüm'de vardır. Onun da sesi dinlenildiğinde tüm perdeleri kusursuzca tespit etmek mümkündür. Hatta diyapazon bir beşer mamulü olduğu için endüstrinin elinden çıkmış her nesne gibi o da taklitten ibarettir ve hata payı vardır. Bu bağlamda insan sesi her açıdan üstündür.

'İnsan isterse Kâni Karaca'nın sesinden sazını akort edebilir.' denecek kadar Türk Müziği'nin perdelerini sağlıklı ve emin basabilen başka bir sanatçının olmadığı söylenir. The New York Times da aynı düşüncede olacak ki 05.02.1997 tarihinde 'Bu asrın en büyük sesi' diyerek Kâni Karaca'yı yazmıştır. Dünya gündeminde söz sahibi bir gazetenin bu başlığı atarak üstadı tanıtması elbette gurur vericidir ancak dünyanın bizim sanatçılarımızı nasıl gördüğünden ziyade bizim kendi sanatçılarımızı nasıl gördüğümüz ve onlardan ne derece istifade ettiğimiz daha mühim bir meseledir.

Türk Mûsikîsini diğer müzik ekollerinden ayıran bir özellik vardır. Mûsikîde sesin üslûbu ve tavrı sesin güzelliğinden önce gelir. Üslûp ve tavır yoksa sesin güzelliğinin mânâsı olmaz. İşte Kâni Karaca bu yüzden kıymetlidir. O'nda, âmâ olmasından mütevellit bambaşka bir işitme ve kavrama kabiliyeti vardır. Bu yüzden bir eseri ezberlemek ve birinin sesine aşina olmak onun için hiç zor olmamıştır. Hülâsa bilmediği eserleri bir sefer dinleyince ezberler, bir kere sesini duyduğu insanı yıllar sonra da olsa hatırlardı.

Yaşamı boyunca imkân bulduğu her sene Şeb-i Arus'ta Konya'da bulunmaya çalışırdı, bunun yanında farklı ülkelerde de Mevlevi Âyini icra etti. Âyinlerde okunan Buhurizâde Mustafa Itri Efendi'nin naatının bugün okunan tavrının sahibi de Kâni Karaca'dır.

Kâni Karaca'da irticalen musiki üretme yeteneğinin bazı sazendeleri aciz durumda bıraktığı olmuştur. Perdeleri hakkıyla ve büyük bir ustalıkla kullanmasına, makamdan makama atlamasına ayak uyduramayan birçok üstadın meşk sırasında deyim yerindeyse 'pes ettiğini' söylerler. Zaten bakıldığında hafızlık ve mevlithanlık biraz da irticali okuma kabiliyetini gerektirir. Kâni Karaca ise bu özelliğini karşısındakileri zor durumda bırakmak için değil biraz gülümsemek ve gülümsetmek için kullanırdı. Zira kendisinin olduğu ortamda karamsarlığa ve dahi hiçbir olumsuz düşünceye yer yoktu. Etrafına neşe veren, insanlarla iletişimi hârikulâde olan bir insandı Kâni Karaca. Sevgisini izhar etmekten çekinmeyen bir hali vardı.

Çocukluk dönemini sıkıntılı geçirmenin içinde yarattığı boşluğu eşi doldurmuştu. Eşinde üstâdın tüm yaralarını saracak merhamet, hiçbir sıkıntısına sitem etmeyecek sabır ve tevekkül vardı. Eşi de Kâni Karaca gibi müşfik bir insandı. Teslimiyetleri takdir edilecek bu evlilikten üç çocukları oldu.

1976'da Türk Musikisi Devlet Konservatuarı kuruldu. Dönemin büyük sanatçıları ile beraber Kâni Karaca da konservatuarda ders vermeye başladı. Üstat ritim dersleri de verirdi. Diğer sanatçı arkadaşları kendi derslerini işledikleri esnada Kâni Karaca'yı kudüm başında ritim vururken gördükleri vakit ders işlemeyi bırakıp öğrencileri ile beraber Kâni Karaca'yı dinlerlerdi. Ritim duygusu da nazariyat bilgisi kadar kuvvetliydi.

Kâni Karaca üstadın sesinden musikimizi dinleyebilme imkânı bizlere Türk Müziğinin azami sınırlarını gösterdi. Musiki geleneğinin gelmiş geçmiş en köklü seslerinden biriydi. Onun sesi ve tavrı göreceli karşılaştırmalarımızda esas alınabilecek düzeyde musiki kavramının karşılığıydı. Kâni Karaca hem dini hem din dışı anlamda Türk Müziği'ydi.

Dertlerle, geçim sıkıntısıyla dolu hayatında bir kez bile şikâyetçi olmayan üstat Kâni Karaca, vefatından önceki birkaç seneyi hastalıkla geçirdi. 2003 yılında Avustralya'ya konser vermek üzere davet edildi. Hasta olmasına rağmen borçları olduğu için kabul etti. Kendi konseri ile aynı gün opera binasında İspanyol tenor Carrera'nın da konseri vardı, ikisinin de afişi konsolosluk binasında yan yana asıldı. Biri papyonlu ve smokinli, diğeri Mevlevi sikkeli iki insanın konseri aynı güne denk gelince insanlar merak edip Kâni Karaca'nın konserine geldiler. Hatta Carrera da kendi konserini iptal edip üstâdı dinlemeye gitti. Tüm bu olanlara rağmen aldığı para, hasta haliyle çektiği yol eziyetine değmedi. Vefat ettiğinde hayli borcunun olduğunu oğlundan öğreniyoruz.

Kâni Karaca'nın hayatı musikiydi ama teknolojik aletlere özel bir ilgisi vardı. Konser vesilesiyle yurtdışına çıktığında bu ilgisini bilen başbakanlar kendisine radyo, televizyon, müzik çalar hediye ederlerdi. Gittiği otellerde mutlaka televizyonlu oda isterdi. Sebebini sorduklarında ise 'Ben ellerimle izliyorum televizyonu!' diye şakayla karışık çıkışırdı. Oğlunun çalıştıramadığı bir müzik çaları Kâni Karaca'nın eline alıp tamir ettiğini dahi anlatırlar.

74 yıllık hayatına altı yüzden fazla makamı sığdırabilmiş ve hepsini hakkıyla icra etmiştir. Otuzdan fazla makamı bir eserde geçebilme marifetini günümüzde gösterecek başka sanatçı yoktur. Dokuz yaşında Kur'an'ı hıfzetmiş, yirmi yaşında İstanbul'da musikinin kıymetli isimleri ile meşk etmiş, yaşamına pek çok sıfat sığdırmıştır: hafız, naathan, kudümhan, mevlidhan, kasidehan, gazelhan, bestekâr, hânende… Kendisine 'Kâni Karaca kimdir efendim?' diye sorulduğunda ise 'alelâde bir şarkıcı işte canım' diyecek kadar da mütevâzı…

29 Mayıs 2004'de, üstâdın birkaç seneden beri kanserin dûçar olduğu hayatı bu dünyada son bulur. Vefatıyla Türk Mûsikîsi için bir devir kapanmıştır. Üstat Kâni Karaca Edirnekapı Mezarlığı'nda medfundur. Makamı âli olsun.

H. Elif Mutlu