Arap Musikisi Bölüm III | Hüseyin Sadeddin Arel

Bu yazı dizisinin içinde: Türk Musikisi Kimindir | Hüseyin Sadeddin Arel
Yukarıda musikimizin mutlaka başka bir milletten geldiği zannında bulunanların dört zümreye göre İranlılar, ikinci zümreye göre Araplar, üçüncü zümreye göre Yunanlılar, dördüncü zümreye göre Bizanslılar olduğunu anlatmıştım.

İranlılardan asla musiki almadığımızı, ilk iki bölümde özetlemeye çalıştığım deliller kafi derecede meydana çıkarmıştır ümidindeyim.

Bugün Araplardan bize musiki geçip geçmediğini tetkik edeceğiz.

Tetkikimize başlar başlamaz gözümüze ilk çarpan şey, bizi hayretler içinde bırakacak ve derin derin düşündürecek tarihi bir hadisedir:

Nasıl İran’da eski milli musiki ortadan kalkarak yerine şu bizim bildiğimiz musiki kaim olmuş ve eski milli musikinin faraziyelerle efsanelerden başka hatırası kalmamış ise Araplar arasında da aynı hal vukubulmuş!... Yani eski Arap musikisi faraziyelerle efsanelerden başka miras bırakmaksızın dünyadan elini eteğini çekerek yerini yine şu bizim bildiğimiz musikiye devretmiş.

İkinci makalemde kendisiyle tanışmış olduğunuz Alman musiki yazıcısı Kiesewetter İslamiyetten evvelki Arap musikisinin bir daha geri gelmeyecek surette yok olduğunu yazıyor.

Paris konservatuarı tarafından neşredilen büyük musiki ansiklopedisine Arap musikisi hakkında uzun bir etüdle iştirak etmiş olan Fransız müsteşriki Jules Rouanet İslamiyetten evvelki Arap musikisine dair faraziyelerle efsanelerden başka bir şey bilinmediğini söylüyor.

Ne kadar tuhaftır ki, Bizans’ta da musikinin başına tıpkı böyle bir hal gelmişti.

Vakıa her memlekette musiki veya diğer bir sanat batabilir de, çıkabilir de. Bunda şaşılacak bir mahiyet yoktur; fakat birbirinden uzak ve –din, dil, kültür, milliyet, hatta ırk itibariyle- büsbütün ayrı camialar içinde her musiki battıkça mutlaka yerine şu bildiğimiz musikinin geçmekte olduğunu görürsek işte o zaman olanca kudretimizle hayret etmeye hak kazanırız.

Cidden merak edilecek bir mesele : Arap, Acem, Bizans gibi ne coğrafya, ne din, ne dil, ne kültür, ne milliyet, ne ırk bakımından aralarında birlik bulunmayan üç toplumu bir tek musiki macerasında hangi bağ birleştirdi?

Bu esaslı bağı istediğimiz kadar arayalım, Türk istilasından başka müşterek bir etken bulamayız.

Süreklice bir Türk istilası geçiren bütün memleketler sari hastalığa tutulmuşcasına –daima aynı arazı gösteriyorlar ve musikilerini izi belirsiz bir halde kaybederek onun yerine şu bizim bildiğimiz musikiyi, yani –adıyla sanıyla- Türk musikisini alıyorlar.

Demin eski Arap musikisinin kaybolduğundan bahsettim ama, bazı yazarlar eski Arapların esasen musiki adına layık bir sanatı bulunmadığını söylemektedirler. Şu halde Arapların ellerinden bir şey kaçırmış olmak acısını duymalarına hacet kalmıyor.

Eski Araplarda musiki bulunmadığını söyleyenler bizzat Araplardır. Mesela miladi ondördüncü asır tarihçilerinden meşhur İbni Haldun diyor ki;

“Taifei Arabın kabl-el-islam selika ve tabiatları inşad-ı şiirde münsak olup lakin musiki ve sair ulum ve sanayide raciller idi. Zira evail-ı halde tavr-ı bedavet üzre mecbul olup iktisab-ı-fezail ve iktina-yı sanayiden kudretleri kasır idi. Ve Arabın terennüm ve tegannileri sevk-ı-cemel ve naka edip hadi ıtlak olunan mugannilerin ve feza-yı-halide terennüm eden bazı fityan-ı Arabın sade ve basit nağmelerine maksur idi."

Türkçeye münasebiti birkaç tane idi ile birer tane edüp, eden, olunan, olup, üzere kelimesinden ibaret olup bu fıkranın ceviz gibi sert bir kabuk içinde saklı-manasını ayıklayınca şunu anlarız: Araplar İslamiyetten evvel şiir söylerlermiş; fakat çölde oturdukları için musikide ve diğer ilim ve sanatlarda yaya kalmışlar; şarkı namına söyledikleri şey deve sürerken çıkardıkları nağmelerden ve boş sahrada Arap delikanlılarının basit ırlayışlarından fazla değilmiş.

Son asır Arap yazarlarından Corci Zeydan da şöyle diyor:
“Araplar zeman-ı cahiliyetlerinde musiki alatından davuldan başka bir şey bilmezlerdi. Bilahare İslamiyet zuhur edince İslamlar saltanat alayişlerinden içtinaben davul ve boru kullanmaktan çekinmişler ise de hilafet o tavr-ı zahidane ve afifaneden saltanat şekline girdiği zaman hal başkalaşarak musikiyi kullanmakta beis görmemeye başladılar. Çünkü bu zamandan sonra ümur-ü maişetçe bolluğa nail oldukları gibi eski ve medeni devlet adamı olan İraniler ve Rumlar ile ihtilatta bulunduklarından onlardan refahiyet-i maişet ve tebrizat ve israfata müteallik iktibas ettikleri şeyler cümlesinden musikiye de iktibas -alıntı- eylediler”

Buraya kadar yaptığım örneklerden muhakkak olarak beliren bir şey vardır ki o da şimdiki Arap musikisinin orijinal bir Arap malı değil, başkalarından alınmış bir sanat olduğudur.

Bu başkaları kim olsa gerek?

İbni Haldun Arapların musikiyi İranlılarla Rumlardan aldıklarını söylüyor ve diyor ki:

“Nağme-serayan-ı Fürs ve Rum semt-i-Hicaz’a nakil ve rihlet edüp taife-i Araba hüddam ve abid oldular ve mecalis ve mehafilde darb-ıud ve tanbur ve nefh-i-nay ve mizmar edüp taife-i-Arabın güşgüzarları oldukta anlar dahi nağamat-i-şiiriyeye ağaz ile muganniyan-ı Fürs ve Ruma perde-i-Acem’de peyrev ve demsaz oldular”

Yani Acem ve Rum musikicileri Hicaz’a giderek Araplara uşak ve köle olmuşlardır. Toplantılarda ud, tanbur,ney, düdük çalarlarmış. Araplar dinleye dinleye onları taklit etmişler.

Corci Zeydan da, yukarıda görüldüğü üzere İbni Haldun’un fikrindedir.

Napolyon zamanında Mısır musikisini tetkik etmiş olan Villoteau dahi Arapları musikiyi Yunanlılarla İranlılardan aldıklarını, hatta Arap musikisinde kulakla doğru kavranması ve ağızla doğru söylenmesi imkansız küçük aralıklar bulunmasının da Yunan musikisinin bozuk ve soysuzlaşmış vaziyetinde iktibas olunmasından ileri geldiğini, bununla beraber Arap şarkılarında Asya musikisi tesirlerinin pek belli olarak hissedilmekte bulunduğunu söylüyor.

Alman musiki yazıcısı Kiesewetter Fransız müsteşriki Villoteau’nun düşüncesine muarızdır. Onun kanaatince Yunan musikisi her ne kadar miladın daha ilk asırlarında inkıraz bulmuş, unutulmuş, aranmaz olmuş idiyse de öyle Villoteau’nun dediği gibi soysuzlaşmış değildi.

Yine Alman musiki yazıcısı kitabının diğer bir yerinde Arap musikisi sisteminin Yunanlılara asla uymadığını, Arap musikisinde ses nisbetlerinin hesap edilişi tamamıyla, başka ve kendine mahsus olduğunu beyan ettikten sonra:

“Bütün Arap musikisinde hiçbir mefhum yoktur ki mutlaka Yunanlılardan gelme olarak izahı zaruri görülsün.” diyor.

Bence Kiesewetter bu meselede pek hakldır: Bildiğimiz Türk musikisine benzer bir şey Yunanlılarda yoktu ki Araplara geçebilsin! Kimse başkasında bulunmayanı ondan alamaz.

Alman müellif, beşeriyetin en parlak fikir meşalelerinden olan büyük Türk Farabi hakkında da bazı küçük tenkitlerde bulunuyor. Hulasatan diyor ki;

Farabi kendisinden evvelki Arap musikicilerin yanlışlarını düzeltmek ve Yunanlıların nazariyatını Araplar arasına sokmak istedi. Eserlerinde Yunan nazariyatçıların fikirleri, hatta çok defa aynen sözleri görülmektedir. Onun tarif ettiği musiki sistemi Yunanlıların kabul etmiş oldukları Systema perfectum’dur. Arapların kullandıkları musiki sistemi ise ondan bütün bütün başkadır. Farabi’nin Yunanlılardan aldığı sistem kendisinin ölümünden sonra da kök salmadı. Vakıa müellifler Farabi’ye hürmetle “Şeyh” ünvanını vererek onun kitaplarından ilk bilgiler ve tarifler hususunda istifade ettiler; fakat musikinin ameli tarafında yine eski bildikleri yolu takip etmekten geri kalmadılar. Bu itibarla Farabi’ye Yunan müellifleri veya sarihleri arasında yer vermek mümkündür, lakin Arap musikisinin gözüyle bakmak doğru olmaz.”

Farabi’nin bu zahmeti tatbikatta hiçbir işe yaramamış olduğu için teknik tafsilat vermeme gerek yoktur.
--------------------------

Arapların musikiyi İranlılardan aldıklarına kail olan İbni Haldun ve Corci Zeydan ile sair müelliflerin sözlerinde dikkati çeken bir nokta var. Bu zatlar sanki ne İslamiyetten evvel, ne de sonra Araplar’la Türkler arasında hiçbir temas vuku bulmamış gibi bir tavır takınıyorlar. Halbuki cahiliyet devrinde bile Arap aleminde Türk isminin pek şayi olduğuna bakılırsa iki millet arasında temasın çok eski tarihlerden başladığı anlaşılır.

Cahiliyet devrini bir tarafa bırakalım, herhalde İslamiyetten sonra ve Emeviler zamanından itibaren Türkler ve Arapların muharebelerle, istilalarla, ihtidalarla –islam dinini kabul etmek- ihtilatlarla –birbirine karışmak- senelerce– hatta asırlarca- süren zorlu temaslarını unutamayız.

Musiki nedir bilmeyen Arapların Türkler gibi hemen her dokundukları muhite musiki aşılayan bir milletle kucak kucağa gelip de ondan hiçbir musiki tesiri almadıklarını düşünmek Arapların alım kabiliyetine karşı bir istihfaf –küçümsemek- olur.

Nitekim tetkikimize devam ettikçe Arapların musikiyi Türklerden aldıkları hakkında birçok delillere ve o arada Arap müelliflerinin şahadetlerine rastlayacağız.

Bununla beraber zarar yok, Araplar varsınlar musikiyi İranlılardan almış bulunsunlar. Acaba İranlılar onlara hangi musikiyi verebilirlerdi?

Kimse kendinde olmayanı başkasına veremez. İranlılardaki musiki ise, ilk iki makalemde kısaca anlattığım bu nedenle, bizden aldıkları musikiden başka bir şey değildi. O halde Araplara geçen musiki de ancak bu olabilir.

Görülüyor ki konumuzu hangi tarafından ele alırsak alalım , varacağımız sonuç değişmemektedir.

Musiki sahasında karşılaştığımız garabetlerin galiba sonu gelmeyecek!

Bakınız, size şaşılacak bir haber vereyim; Birinci makalemde adı geçen ve Osmanlı padişahı ikinci Murad’ın emriyle Türkçe bir musiki kitabı yazmış olan Türk oğlu Türk Hıdır bin Abdullah ile gene Osmanlı Padişahı Üçüncü Selim zamanında Tetkik ve Tahkik ve Tahririyye adlı iki musiki risalesi telif etmiş bulunan Türk oğlu Türk Abdülbaki Dede Türk musikisinden bahsediyoruz sanırlarken meğer acınacak derecede aldanıyorlarmış! Çünkü izah ettikleri musiki Arap musikisi imiş! Kendileri de Arap imişler!

Bize bu kıyamet alametini müjdeleyen zat yukarıda sözü geçen Jules Rouanet’dir. Kitabının baş tarafında Arap müelliflerini –evet yanlış okumuyorsunuz, Arap müelliflerini- sayarken Türkçe, Arapça, Farsça ne kadar eser varsa hepsini Arap musikisine mahsus gösteriyor ve bütün yazıcıları Araplar arasına katıyor. Bu listede Farabi’nin, İbni Sina’nın, Abdülkadir’in, Ladikli Abdülhamid’in, Abdülkadir oğlu Şükrüllah’ın Arap müellifi diye takdim edilmesi bittabi unutulmamıştır.

Yabancı yazıcıların eline ve diline düşen biçare musikimizin şu halini görünce insan hakikat karşısında ne diyeceğini unutan yazıcılara mı, ona buna peşkeş çekilen musikimize mi, her hakkı gasp ve inkar edilen milletimiz mi, yoksa çalınmış bir hediye ile taltif edilmek istenen Araplara mı acımak lazım geleceğinde mütehayyır –şaşkın- kalıyor.

*********

Hazır Jules Rouanet ile iştigal ederken onun kitabını biraz daha elden bırakmayalım.

Bu zat Arapların, Avrupalılarla münasebette bulunmalarına ve yabancı idareler altında uzun müddet yaşamalarına rağmen armoni ve polifoniyi kabul etmeyip de musikiyi birli veya sekizli halinde kullanmalarının sebebini izah ederken Renan’a hak veriyor.Renan demiş ki;

Sami ırkın şuuru açıktır, fakat vüs’atsizdir -geniş değildir- ;birliği şaşılacak derecede kavrarsa da çokluğa akıl erdirmez.”

Sami ırkın müdafası bana düşmediği için Renan’ın ithamını tenkit ile uğraşacak değilim.Ancak Sami olmayan Türkler, İranlılar, Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Hindliler ve sair birçok milletlerin musikiyi hep tek sesli olarak kullandıklarını düşündüm ve sayın müşteşrik acaba bunu nasıl izah edebilir? Diye içimde bir ukde hasıl oldu.

Çapraşık sanat ve cemiyet hadiselerini atalar sözü biçiminde delilden soyulmuş cümleciklerle halle girişmek işte böyle daima muhataralıdır –tehlikeli-.

Armoni ve polifoninin bizim musikide şimdiye kadar yer bulamayışı meselesi başlı başına incelenmeye layık kocaman bir mevzu teşkil eder. Onu da belki ileride tetkike vakit buluruz.

Gene Jules Rouanet eserinin mağrip –kuzey afrikanın batısı- musikisine ait kısmında mağrıplıların Nüba dedikleri musiki faslı ile Türklerin musiki faslı arasındaki benzerlikten bahsederken Mağrıplıların Türklerden musiki parçaları aldıklarını ve bunlara Acemi diye ad koyduklarını söylüyor. Sonra Nuba’nın muhtevi olduğu eserlerin Türk musikisindeki fasıl tertibine, yani taksim, peşrev, kar, murabba (beste), nakış, ağır semai, şarkı, yürük semai, peşrev semaisi sırasına uygun olduğunu anlatıyor.

Şimdi şu ifadeden en tabii, hatta en zaruri olarak hangi netice çıkabilir? Türk musikisinin Mağrıp musikisine tesiri neticesi değil mi?

Hayır, müellif hem Mağrıplıların itirafına, hem de kendi müşahadesine arka çevirerek büsbütün başka bir netice çıkarıyor ve Endülüs’e kadar giren Suriye veya Arap sanatlarının yerli kültürle ve daha evvelden gelmiş tesirlerle birleşerek inkişaf -gelişmesinde- etmesinde Nuba’nın teşekkül ettiğini iddia ediyor.

Jules Rouenet’in böyle –zorla tersine döndürülmüş- bir muhakeme yapması herhalde, şayet Türk musikisinin tesirini kabul edecek olursa, fazla sevinçten belki başımıza bir felaket gelir, diye bizi esirgediği için değildir.

Gerek bu muharrir, gerek ölü ve sağ birçok arkadaşları Türk’ün, Türklüğün, Türk medeniyetinin, Türk kültürünün kozmik şualar gibi en umulmadık yerlere kadar sokulan enerjisini –bilmezler diyemeyeceğim, fakat- bir türlü bilmek istemezler. Ve onların bu ihtiyari bilgisizlikleri adi bilgisizlikten daha az şereflidir.

Jules Rouanet fark etmemiş midir ki, yahut fark etmemelimiydi ki, Türk musikisine Bizanz’ı menşe gösterirken yahut Suriye’ye müstakil bir musiki sahipliği payesini verirken, yahut da eğretiliği bütün alakadarların ittifakiyle sabit olmuş bir musikiyi Araplara mal ederken –daha ağır tabir kullanmayayım- yanılıyordu.

Yanlış eğer bilinerek işlenirse, suça döner.

**********

Demin umulmadık yerlere sokulan Türk enerjisinden bahsediyordum. Musiki çerçevesinde kalmak şartıyla buna bir iki numune göstereyim:

Vaktiyle, acaba köşede bucakta Türk tesirinden uzak kalmış halis bir Arap musikisi veya bundan bir kırıntı bulabilir miyim diye çok emek sarfetmiştim. O sıralarda bir gün Şlöh memleketinin neresi olduğu kitaptan anlaşılıyordu. Fas ülkesinin garp tarafındaki bütün cenup –güney- kısmı Şöhl imiş.

Biz Arap memleketi olmak üzere bundan daha Türklere uzak yer bulumayacağımı zannederek telaşla kitabı okumaya başladım. Fakat daha ilk sahifelerde ne göreyim? Şlöh musikisiyle danslarının yabancılar üzerinde bıraktığı intibalar hikaye edilirken Fransa’nın en tanınmış musiki yazıcılarından Henry Prunieres’in Şlöh musikisi hakkındaki şu sözleri iktibas –alıntı- olunmuş;

“Berberi ırkı nereden geliyor? Asya’nın göbeğinden mi? Bu şarkıları dinlerken, bu oyunculara ve bu çalgıcı kadınlara bakarken içinde tıpkı onlara benzer manzaralar görülen Türkistan’ı düşündüm. Bu iş fevkalade gariptir ve pek yakından tetkik edilmek lazımdır.”

Bu fıkrayı okuduktan sonra bilinmez devirlere, bilinmez yollardan ta Fas’ın garbına kadar nüfuz etmiş olan Türk tesiri karşısında hayretten, hayranlıktan , hürmetten, adeta biraz da ürküntüden yapılmış bir duygu halitası kalbimi doldurdu. Aradığımı bulamadım ama bulduğum onu aratmadı.

Zannetmem ki okuyucularım arasında kendi ırklarının musikisini –hayalen dahi olsa- Atlas Denizi’ne kadar yayılmış farzetmeye cesaret edenler bulunmuş olsun! Lakin bakınız, hakikat hayalden ne kadar daha inanılmaz işler görüyor.

Türk musikisinin nüfuz kuvvetine bir diğer örnek; 1932’de Kahire’de toplanan musiki kongresinde Macarların en kıymetli modern bestekarından Bela Bartok da iştirak etmişti.İki üç sene evvel Ankara Halkevinde verdiği üç konferansın diline ve ruhuna nazaran biz Türklere pek de aşık görünmeyen bu zat Kahire Kongresi’ndeki duygularını bir Alman musiki mecmuasında anlatmıştır.Onun ifadesine göre, Kahire Kongresine gelmiş olan Irak çalgıcılarından dinlediği musiki kendisine bir yandan Cezayir’in Celfa (Djelfa) cihetlerindeki Araplardan topladığı lahinleri, bir yandan da Maramures havalisindeki Rumenler arasında inceden inceye tetkik ettiği Ukraynalıların Dumy lahinlerini hatırlatmış…

Bela Bartok bu münasebetle diyor ki;
“Ukrayna-Irak-Celfa: Bunlar bir üçgenin açılarıdır ki her biri diğer ikisinden binlerce kilometre uzaktır. Biz burada çölleri, koca dağları, denizleri aşan şayanı dikkat bir tesirler zinciri tasavvur etmekteyiz. Maalesef zincirlerin yalnız başlangıç halkalarını biliyoruz; halbuki arahalkalarını da araştırıp öğrenmek ne kadar mühim bir şey olurdu!”

Türklerden hiçbir kelime bile bahsetmeyen bu ibarenin içi hakikatte baştanbaşa Türklerle doludur.

************

Gene Jules Rouanet’ye dönelim. Müellif Arap musikisini nazariyatını daha ziyade Farabi ve Safiyuddin gibi Türk alimlerin eserlerinden tetkik etmiştir. Biz kitaplardaki ölü musiki nazariyeleriyle şimdilik uğraşmak istemediğimiz için bu tafsilatı geçebiliriz.

Ameli ve canlı Arap musikisine gelince, Jules Rouanet ana ait malumatı en ziyade Kamil-el Hulai’nin Kitab-ül-musiki –yiş-şarkisinden almıştır. Biz bu kitabı Fransızcaya tercüme edilen kesintilerden değil, Arapça aslından okuyarak Jules Rouanet’nin bir türlü eserine alamadığı mühim fıkraları da ortaya koymak isteriz. Şimdiden şunu söylemeyi borç bilirim ki Araplar arasındaki musikinin nazariyat ve ameliyatına dair Arap dilinde yazılmış en etraflı eser olan bu kitabın muktedir müellifi, musikişinaslar içinde samimiyeti ile, sözünün özüne uygunluğuyla hakikat severliği ile temayüz etmiş –sivrilmiş- bir simadır.

Onunla daha yakından tanışmak zevkini gelecek makaleme bırakıyorum.
Yazı dizisindeki bir sonraki yazı Arap Musikisi Bölüm IV
Yazı dizisindeki bir önceki yazı İran Musikisi Bölüm II

Asıl Kaynak

  • Hüseyin Sadeddin Arel
  • Türk Musikisi Kimindir
Yazar Hakkında
Hüseyin Sâdeddin Arel
(1880-1955) İstanbul’da doğdu. 1918 yılına kadar çeşitli devlet kurumlarında görev yaparken bir yandan kültür ve müzik üzerine makaleler yazmıştır. Çocuk yaşlarından itibaren hem Batı hem de Türk müziği dersleri alan ve mandolin, ney, keman, kemençe ve piyano çalan Arel, 1943 yılında beş yıllık bir sözleşme ile İstanbul Belediye Konservatuarı’nın müdürlüğüne getirilmiştir. Sözleşmesi sona erince İleri Türk Musikisi Konservatuarı Derneği’ni kurmuştur. 1948 yılından sonraki yazılarını bu derneğin yayın organı olan Musiki Mecmuası’nda yayımlamıştır. Arel, Türk Filarmoni Derneği’nin de kurucusu ve ilk başkanıdır. Aynı zamanda hukukçudur.

Türk müziği sistemini ve tarihini birçok yönden incelemiş ve kuramsal çalışmalar yapmıştır. Hüseyin Saadettin Arel, Rauf Yekta Bey ve Dr.Suphi Ezgi ile birlikte Türk müziği sistemini bilimsel ölçülerle açıklayan üç müzikçiden biridir. Besteci olarak ise hem Batı müziği hem de Türk müziğinde örnek ve özgün eserler vermiş ancak sayısı iki bini aşan eserlerinin çoğunluğu basılmamış ve seslendirilmemiştir.

Diğerleri: Köşe Yazıları

Doğukan Uzun
Görünüm
573
Karşılaştırmamıza geçmeden önce iki büyük nazariyatçımız hakkında bilgi vermek isterim: Nayi Osman Dede: İstanbul'un Vefa semtinde dünyaya gelmiş, Süleymaniye Darüşşifası başhademelerinden Hacı İbrahim Efendi'nin oğludur. Çocukluğundan itibaren tasavvuf, edebiyat ve mûsikîye ilgisi olan Osman...
Baha Yetkin
Görünüm
562
Tepki Puanı
3
Merhaba, Ben ud sanatçısı, besteci ve eğitmen Baha YETKİN. 2000 yılından bu yana müzik camiasının içinde bilfiil yer alan bir sanatçı ve eğitmen olarak tecrübelerim sonucunda edindiğim bilgi ve izlenimleri yazıya dökerek müzikle ilgilenenlere ve müzikte kariyer yapmak isteyenlere bir nebze de...
Ahmet Yağmur Kucur
Görünüm
2476
Tepki Puanı
9
Bu bitirme çalışmasında, 20. yüzyılın başlarıyla birlikte Türkiye'de de yaygınlaşmaya başlayan taş plak kayıtlarında kalmış, bugün nota külliyatımızda yer almayan ve hatta bazıları önemli bestekârlara ait on adet şarkı No. Eser konusu ve notası 1. Şen gözlerinin siyah kirpiklerine...
efrūḫte
Görünüm
1423
Tepki Puanı
5
Osmanlı/Türk musıki geleneğinin tarihi maalesef henüz yazılabilmiş değil. Bunun tek sebebi – özellikle on altı ve on yedinci yüzyıllar söz konusu olduğunda – bilgi ve belge azlığı değildir. Bize ulaşmış bilgi ve belgelere bakış açısının ciddî, tutarlı ve anlamlı bir tarihyazıcılığı...
helifmutlu
Görünüm
974
Tepki Puanı
6
2019 yılında, üniversite ikinci sınıfta iken Mahalle Mektebi Edebiyat Dergisinin Tanrıkulu köşesinde üstadı anlatmaya gayret etmiştim. Yazdıklarımın bir kısmını belgesellerden, bir kısmını kitaplardan veya internetteki kaynaklardan, bir kısmını ise hocam Vefa Sağbaş'tan almıştım. Âcizâne...

Daha Fazlası: Hüseyin Sâdeddin Arel

Evvelce söylediğim gibi, Bizans musikisini –iyi-kötü bilinebildiği kadar- öğrenmek için Bizans müelliflerinden, Bizans nota yazısından, Bizans makam ve usullerinden, Bizans musiki parçalarından bahsetmeye ihtiyaç vardır. Ben Bizans musikisini öğretmek vazifesini üzerime almadığımdan...
Geniş tetebbuuma (inceleme) beni hayran bırakan bir okuyucumdan pek faideli bazı tenkitleri ve izahları muhtevi birkaç mektup aldım. Maalesef kendisi isminin neşrini istemiyor. Fakat mütalaalarından bahsetmeme izin verdiği için onları memnuniyetle buraya kaydedeceğim: I-Yaptığı...
Hüseyin Sâdeddin Arel
Görünüm
886
Tepki Puanı
1
Acemlerden, Araplardan, Yunanlılardan musiki almamış olduğumuzu şimdiye kadar yaptığımız tetkikat gösterdi. Kala kala Bizanslılar kalıyor. Sakın musikimiz Bizanslılardan alınma olmasın? Bu suale kökünden cevap verebilmek için evvela Bizans musikisinin mahiyetini görmemiz lazım...
Elde edebildiğim kitaplardan eski Yunan musikisinin aralıklarıyla makamlarına dair çıkardığım malumatı geçen dört makalede mümkün mertebe derli toplu hülasa etmeye çalıştım. Müellifler tarafından bize anlatılan eski Yunan musikisinin bu mahiyetini görünce, Türk musikisini bilen...
Sekizinci makalemde Doristi makamının pestte beşli veya tizde beşli olmak üzere iki türlü dizi ile kullanıldığına dair bazı müellifleriln sözlerini hikaye ettikten sonra şöyle demiştim. “Eski Yunan musikisinde makam dizisinin teldörtlerden yapıldığı mütamadiyen...
Sohbete katıl
Üst Alt