Araplar tarafından Türk musikisinin bizden nasıl alındığını, adeta elleri cebimizde iken, kendi gözlerinizle gormek ister misiniz?
Bakınız, size Arap musikisi hakkındaki kitaplardan aynen çıkardığım bir etek dolusu Türk malını göstereyim.
Makamlardan: Nühüft-ül-etrak (Türklerin nühüftü), Ussak-ul-etrak (Türklerin uşşakı), Baba Tahir, Eski Zirgüle, Suzidilara, Tarzınevin, Çargah-ı-Türki, Ferahfeza, Suzidil, Şevkefza, Rahat-ül-ervah, Evcara, Ferahnak, Bestenigar, Hicazkar, Saba, Bayati, Pesendide, Neveser, Suzinak, Dilnişin, Sipihr, Şevkidil, Revnaknüma, Canfeza ve saire…
Düzümlerden: Aksak, çifte, sade, çifte düyek, sade düyek, cengi harbi, yürük, sofyan teki, muhammes-i Türki, Türki darb, berefşan-ı Türki, oyun havasi, aksak semai, düyek, ağır sengin semai, curcuna, yürük curcuna, ağır evfer, aydın, ağır aksak semai, yürük aksak semai, ağır devrihindi ve saire...
Sazlardan: Tanbur-i-kebir-i-türki, bağlama, kaba zurna, nay-i-kucük, kara nay, argul, iklığ, tabl-ı türki, iki telli, kopuzit, eğri, burgu, şıdırgu, battal, dilli düdük, kaval, nay-u-türki, bak, balban, burgu, dümbek, mıskal, salamani, cığırtma, düdük, sarra, sergine, sürme, caaba (Türk kopuzu), zil ve saire..
Istilahlardan: Düm tek, teke, arpa, perde, düzen, dik, kaba, takım, peşrev, hane, teslim vesaire...
Acaba bu Türk mallarının Arap musikisine dair kitaplarda ne işleri var?
Şunu da söyleyeyim ki ben en küçük bir tereddüde bile yer bırakmamak arzusuyla yalnız Türklüğü belli veya Türklere aidiyeti kitaplarda açıkça yazılı olan kelimeleri seçtim ve üzerinde Türklük imzası bulunmayan, yahut Türklerden alındığı tasrih edilmeyen mallarımıza hiç el sürmedim. Mesela yukarıki kelimelerden Türkçe görünmeyen mıskal, sergine, salamani, caaba, pesrev, hane, teslim ve saire gibilerin Türklerden Araplara geçtiği kaynaklarımda gösterilmistir.
Fazla olarak da, maksadım birkaç örnek göstermekten ibaret olduğu için, Arap kitaplanndaki Türk unsurlarının hepsini toplamış değilim. Herhangi bir milletin - en geniş manada- musiki sistemi ancak muayyen aralıklı makamlar ile düzümler ve sazlardan teşekkül eder.
Araplar bunların hepsini Türklerden alınca acaba onlara musiki sistemini kim vermiş oluyor
Senelerce evvel Arap musikisini tetkik etmeye başladığım zaman Arapça kitaplarda yukarıdaki Türk kelimelerini maşlahlı, agelli birer bedevi kılığıyla tanınmaz bir hale girmiş buluyor ve gözlerime inanamıyordum.
(ed-dumm), (et-tumm), (ed-dumum), (et-tumum), (et-tekk), (et-tükuk), (el-arba), (el-arabat), (el-barda), (ed-bardat), (ed-düzene), (ed-duzan), (yüdevzinune), (et-tik), (et-tike), (et-takm) (el-besref), (el-besarif), ilah..
Bunlann üstlerinde Araplık hurdevatını soyunca çok defa gülümser bir sima ile Türkçe kelime meydana çıkıyordu
"Çok defa" diyorum. çünkü bazen millettaş kelimeyi tanıyamadığım oluyordu.
Bilfarz düm, tek, perde, düzen, dik, takım, peşrev gibilerini kolalıkla teşhis edebildim. Fakat bazıları pek ziyade merakımı celbetmisti. Hele muhtelif Arap müelliflerinin arba'yı Türkçeden alınma olarak gösterdiklerini öğrenince merakım büsbütün arttı.
Evvela manasını aradım. Arba bizim "yarım ses" dediğimiz şey imis,. Araplar tam sese barda(perde), bunun takriben yanısıra arba, takriben dörtte birine nim arba veya nim-ül-arba, takriben dörtte üçüne de tik arba veya tik-ul-arba isimlerini veriyorlar.
Jules Rouanet bu tabiri araba şeklinde ve mürekkeplerini tik araba, nim araba şekillerinde göstermistir.
v Türkçenin Arap harfleriyle yazıldığı devirde bizim bildigimiz arabayı arbe imlasıyle kullananlar vardı.
Lakin imladaki benzerliğe ve Jules Rouanet'nin de araba diye yazmasma rağmen bildigimiz arabanın demin anlattığım mana ile ilişiği yoktur: Ses aralığını ne kadar büyültürsek büyültelim, araba ile dolaşacak mesafeyi bulamayız.
Bir müddet bu muammayı halledemedim. Hani bazı zihin takıntıları olur ki mevzuu pek ehemmiyetsiz bir şey iken bir türlü yakanızı bırakmaz. Siz silkindikçe o yerine yapışır. Şöyle lakırdı arasında "falancanm komşusunun torunun adı ne idi?" diye kendi kendinize bir kere sormaya görün! Eğer çarcabuk hatırlayamazsanız pek muhtemeldir ki ne şahsi, ne hayati sizi alakadar etmeyen o çocuğun adı bir sorgu işareti halinde beyninize yapışık kalsın!
İşte benim de kafama arba kelimesi böyle inatçı bir at sineği sırnaşıklığıyla musallat oldu. Meselenin kıymetiyle mütenasip görülmese de itiraf etmek mecburiyetindeyim ki günlerce uğraştım, düşündüm, aradım. Lakin, gene itiraf edeyim ki münasip bir tefsir bulamadım.
Meğer bulamamakta haklı imişim!... Zira düşünmekle değil, ancak eğer elden gelirse kerametle, bu elden gelmezse sadece tesadüfle bulunabilecek şeylerdenmiş! :
Benim muvaffakiyetim öyle pek keramete kadar yükselmeksizin mutavazıane oldu ve basit bir tesadüf muammayı çözüverdi:
Edvar-ı-ilm-i-musiki adında müellifi meçhul, Türkçe, yazma bir musiki risalesi elime geçmişti. Bir de orada okumayayım mı ki eski zamanlarda Türkler küçük uzunluklar için arpa'yı ölçü olarak kullanırlarmış.? Risalede şöyle bir tarif vardı;
"Isbı deyu yed-i insanda olan başparmak tırnağı ucundan parmak.boğumunun mafsalda olan evvel hattına değin tesmiye ederler. Ol dahi insanın kebir ve sağir azasma göre kimi insanda büyük bir kiminde küçük olur. Isıın dahi zabıtası altı vasatşa'iyr arz arza birbirine muttasıl olsa bir parmak itibar olunur"
Demek ki vaktiyle sazların telleri üzerinde perde aralarını ölçmek için arpa mikyasına müracaat ediliyormuş. Bu suretle arba'nın Türkçe arpa'dan baska bir sey olmadığı anlaşıldı!...
Anlaşılmayan bir nokta kalıyor; o da Araplar'ın Türkçeden arpa'yı alıp kullanmalarına mukabil Türklerin niçin arpa'yı beğenmeyerek Arapçadan şaiyr'i iktibas ettikleridir. Şimdi bunu da izah edeceğim.
Araplar bizim gibi değildirler. Biz, evvelce biraz bahsettiğim vechile, her yeni kelimeyi ihtiyaç. gördükçe, hatta çok kere hakiki bir ihtiyaç, bile görmeden, hemen Arapça veya Acemceye koşmak itiyadında idik. Özünü kendimiz yapar, kabuğunu Araplar veya Acemlerden alırdık.
Büyük Türk bestekarı Şakir Ağa merhum ferahnak makamını icad ettigi vakit gönlüne hiç kötülük getirmeden, Arap’ın ferah'ına Acem'in nak'ını ekleyerek yeni makama isim koymuştu.
Üçüncü Selim Suzidilara, Hüzzamı cedid, Dilara, Evcara, Hicazeyn, Şevki dil, Neva puselik, Arazbar puselik, Neva kürdi, Gerdaniye kürdi, İsfahanek gibi makamları; Seyid Ahmet Ağa Ferahfeza'yı; Kemani Hizir Ağa Vechi arazban; Arif Mehmet Ağa Dilküşa'yı ve Şevkaveri; Halim Ağa Suzidil'i; Sadullah Ağa Asiran zemzeme'yi; Abdürrahim Dede Şevki dil'i ve Anber-efşan'ı; Abdülbaki Dede Dilaviz, Ruh-efza, Gülruh, Dildar, Hisar kürdi makamlarmi icad ettikleri zaman bunların adlarını Türkçeden baska bir dil ile koymakta beis görmemişlerdi.
Nereden hatırlarına gelsin ki her Arapça veya Farsça kelime ileride bir korsan kayığı gibi yükünü gizlice hemen Arabistan'a veya Acemistan'a kaçıracak?
Vaktiyle hepimiz Arabi ve Farisi'nin fedakar aşıkları idik. Kendi başımdan geçen bir vak'ayi anlatayim:
Bundan otuz sene kadar evvel Rauf Yeka merhum ile Doktor Suphi Ezgi ve ben üçümüz bir araya gelerek garb musikisindeki istilahlara kendi dilimizde, daha doğrusu Osmanlıcada, birer karşılık bulmaya çalışmıstık. Bu uğraşma esnasinda ilk önümüze çıkan islahlardan biri Fransızca accord oldu. Buna karşılık olmak üzere her birimizin hatırına gelen ve hicbiri Türkçeden alınmayan birçok tabirler üzerinde uzun ve çetin münakaşalar yaptık. Kimimiz tevafuk, kimimiz tetabuk, kimimiz temazüc diye hacıyağı kokulu kelimeler teklif ediyordu. Nihayet neye karar verdiğimizi tahmin edersiniz?
Temezzüc, evet, temezzüc lafzını accord'un karşılığı olarak ittifakla kabul ettik.
O devirde temezzüc'ün bir sacyağı yakarlığıyla hem ağzı, hem kulağı dalayan sesinden ürkecek halde bulunuyorduk!
Neden sonra bazi Türk düşmanı müellifler tarafından Arabi ve Farisi tabirlerin-bizim malımızla doldurulmuş birer hediyelik çanta gibi- şuna buna takdim edildiğini görünce aklım başımdan gitti... Hayır, hayır, aklım başıma geldi... Ve o zamandan beri artık bütün ıstılahları Türkçelestirmeye azmettim.
Şimdi mahud temezzüc'ün yerine uygu'yu kullanıyorum.
Şu tafsilatla Arapların Türkçe arpa’yı benimsemelerine karşı Türklerin Arapça şaiyr’i neden tercih ettiklerini anlatmış oldum.
Araplar bizim gibi değildirler, demiştim.
Onlar özü kendilerine ait şeyler için hiçbir zaman başkalarından kabuk almazlar; kendi buldukları bir mananın lafzını yabanci bir dilden iktibas ettikleri vaki değildir. Fakat kendilerinde bulunmayan öz ile kabuğu bir arada görürlerse seve seve alırlar.
Saviş (çavus), başa(paşa), beyk (bey), funucraf (fonograf), bendul (rakkas-pendule), tabu(tapu), ve saire gibi.
İşte makalemin baş tarafinda sıraladığım Türk malları da bu nevidendir.
Demek oluyor ki her ne vakit Arapçada bir Türkçe kelimeye rastlarsak onun mutlaka içiyle ve dışıyla beraber bizden geçtiğine hükmetmeliyiz.
Araplar Türklerden aldıklan bütün makam, usul ve saz ıstılahlarından hemen bir tanesi bile yoktur ki Arapçada mukabili bulunmasın veya mukabilinin icadı mümkün olmasın. Onların bu ıstılahları Türkçeden alışları kelime ihtiyacından değil, kelimeler içindeki özlerin kendi lafızlarını da beraber sürüklemelerinden ileri gelmistir.
Mesela düzen kelimesiyle bundan doğma sözlerin karşılığı olarak Arapçada (istihab) ve müştakları vardır ki Türklerin yazdıklari Arapçada musiki kitaplarında bile kulanılmıştır:
Kaba'nm mukabili (sakil), tiz'in karşılığı (hadd) olmak üzere Arap dilinde mevcuttur.
Mevcut olmayanları da Araplar küçük bir gayretle meydana getirebilirler. Nasıl ki biz Türkler tibba, tabiiyyata, felsefeye, riyaziyata ve saireye ait binlerce ve binlerce ıstılahları eski zamanda -ve müsaadenizle ilave edeyim: Dalaletimiz devrinde- hep Arapça olarak uydurup yazmış ve kullanmiş idik.
Şu halde Araplarm musikiye dair yığın yığın Türkçe kelimeleri bizden almaları ne dillerinin yetmeyişinden, ne de gönlümüzü hoş etmek isteyişlerinden nes'et etmemistir. Sadece şundan nes'et etmistir ki, Araplar o Türkçe kelimelerin özleri olan maddi veya manevi varlıklan bizden iktibas edince bu varlıklar kendi kılıfları olan lafızlan da birlikte götürerek Arapçanın içine sokmuşlardir. Nitekim bugün otomobil, posta, telgraf, radyo gibi varlıklar her memlekete girerken isimlerini de beraber götürüyorlar.
Elhasıl bahsettiğim Türkçe sözler, dilimize giren birçok Arapça ve Farsça kelimeler gibi içi sonradan doldurulacak boş birer kılıf halinde değil, ancak kılıfı birer iç. olarak Arapçaya alınmışlardir.
Biraz evvel, Arap kitaplarında Türk kelimelerine rastladıkça gözlerime inanamadığımı söylüyordum.
Hayretim şundan ileri gelmisti: Bir yandan Araplar, bir yandan yabancılar, bir yandan da bizim aramızda onlara uyanlar ağız birliğiyle ve yüksek sesle:
- Bu musiki Türklerin değildir; Türkler onu ya filan milletten, yahut falan milletten almışlardır.
Diye bağırıp durduklan halde nasıl oluyordu da bilakis Arap musikisi Türk mallarıyla tıklım tıklım dolu bulunuyordu?
Hayretimi artıran bir başka cihet de şu idi: Türk düşmanlığını saklamaya hacet görmeyen ve Arapların, Türklerden musiki almadıklarını iddia eden müelliflerin kitaplarında bol bol Türk musikisi unsurlarıyla, hatta bunların Türklerden alındığı hakkında itiraflarla karşılaşıyor ve bu kadar sersemliği eser sahiplerine yakıştıramayarak makul bir tevil yolu bulmaktan aciz kalıyordum.
Bakınız, Mısır'ın Yahudi musikişinaslarından Mansur Avad ne diyor:
"Birçok kimseler bugün kullanılmakta olan Mısır musikisinin Türklerden alındığını zannederlerse de bu zan doğru olmaktan uzaktır. Evet, pesrev adıyle anılan ve Türk musikicileri tarafından telif edilmis olan parçaları kullanıyoruz; fakat butün Türk musikisi ve Türk musiki kaideleri bu pesrevlerden ibaret değildir ya!
Gene o müellif diğer bir eserinde, Arap imlasıyla tik yazilan dik kelimesini şöyle tarif etmektedir:
"Tik sozü Farsçadır; yarıdan dörtte bir fazla demektir ki dörtte üçü müsavi olur"
Halbuki Farsçada ne böyle bir kelime vardır, ne de böyle bir mana!
Türkler sekizlinin yirmi dörde bölünmesinden çıkan seslere isim verirken hisar, hicaz, geveşt, zirgüle, puselik gibi perdelerin biraz dikçelerine dik hisar, dik hicaz, dik geveşt, dik zirgüle, dik puselik, ilah.. demislerdir. Mesele bundan ibarettir.!.
Hele, gümbür gümbür toplar atarak Türklüğünü ufuklara ilan eden su iri yarı Karabatak sözüne Acem kalpağı giydirmek için Mansur Avad cenaplarının gösterdiği gayrete bakın!... Diyor ki:
Karbatak Farsça bir isimdir. Alısveris. demektir. Musikide bundan maksat bir kisinin taksim yapması ve ötekilerin sazlarla cevap vermeleridir. Peşrevlerin bir nev'i de bu isimle anılır ki içine taksim sokulmuş olan peşrevlerdir. Bunlara Karabatak pesrevi denilir".
Aynı müellif Suzidilara, Terzınevin, Dilnişin, Rahat-ül-evrah, Evcara, Sipihr, Şevkidil, Revnaknüma, Canfeza, Suzidil, Ferahnak, Şevk-u-tarab, Şevkefza gibi hep Türk icadi olan ve mucidleri de herkesçe bilinen makamlari Araplara ve Acemlere isnad edecek yolda bir ifade tarzi kullanmaktadir.
Mansur Avad dostumuz bu çeşit yazıları yazdıktan sonra, kitabında saydığı makamlarla diğer saymadıklarını öğrenmek isteyenler için Türkçe Haşim Bey mecmuasma ve Türk padişahı Üçüncü Selim'in eserine müracaat tavsiyesinde bulunursa beğenir misiniz?
Ben ona ve benzerlerine sersemliği yaraştırmamıştım ama, nihayet bundan başka bir izah yolu bulunamayacak galiba!... Çünkü Türklerden peşrev almanın bütün musikiyi almak sayılamıyacağını söyleyip dururken makamların hep Türk kitaplarından aşırıldığını itiraf etmek ancak bir sayıklama nöbeti sırasında yapılabilecek şeylerdendir.
Diğer bir Arap müellifi daha var ki kitabının üzerine kendi adını El-ustaz-ul-allamet-uş-şeyhu Tantavi Cevheri diye pek pohpohlu bir çerçeve içinde yazıyor. Bu allamenin iddiasina bakılırsa bildiğimiz aksak usulü Araplardan Frenklere, Frenklerden de bize geçmiş imis; çünkü Frenkler Araplardan Sakil-i-evvel denilen usulü alıp buna 9/8 ölçüsü ismini koymuşlar; sonra biz Türkler onu Frenklerden aksak semai adıyla iktibas etmişiz.
Üstad allameye hemen haber vereyim ki her ne söylediyse hepsi yanlıştır. Zira bir kere bütün eski kitaplarda tarif edilen Sakil-i-evvel usulünün 9/8 olçüsüyle hiçbir alakası yoktur. Sakil-i-evvel usulü 9 zamanlı değil, 16 zamanlıdır ve tenen tenen tenenen ten tenenen seklinde, yani mefailün feilün müfteilün veznindedir. Frenklerin 9/8 ölçüsü ise 16 zamanlı değil, 9 zamanlıdir ve ten'lerle gösterilince ten tenen tenenne seklinde, yani failün feulü vezninde gorünür ki en iptidai aruz veya musiki bilgisine malik olanlar nazarında bile Sakil-i-evvel'e yabancılığı meydandadir.
Üstad allamenin ikinci yanlışı 9/8 ölçüsünün Frenklere Araplardan geçtiği iddiasında tecelli ediyor: Frenkler bu usulü Araplardan alamazlardı; çünkü hiçbir zaman Araplarda 9/8 biçiminde bir ölçü mevcut olmamıştır. Zaten Frenkler almaya ihtiyaç da duymazlardı; Çünkii 9/8 ölçüsü sadece kendilerindeki 3/8 ölçüsünden üç tanesinin yanyana getirilmesiyle hasıl olmuştur.
Üstad allamenin üçüncü yanlışı 9/8 usulünün Türklere Frenklerden geçtiği hakkındaki sözünde göze çarpıyor. Türklerdeki 9/8 usulü ten tenenen tenne şeklinde, yani müfteilün fa'lü veznindedir ki biri 4/8 sofyan ve öteki 5/8 Türk aksağı olmak üzere iki ölçünün birlesmesinden doğmustur. 4/8 ve 5/8 usulleriyle beraber 9/8 usulü de Türklerin en eski ve en milli ölçülerindendir. Frenklerin demin bahsettigim 9/8 ölçüsüyle bunun arasında asla münasebet yoktur. O derece yoktur ki bizim 9/8 ölçümüz bugün bile hala Frenk musikisinde malum değildir.
Üstad allamenin dördüncü yanlışı 9/8 usulüne biz Türklerce aksak semai denildiğini zannetmesinden ileri geliyor. Zira biz bu usule aksak semai degil, sadece aksak deriz. Aksak semai Türk musikisinin büsbütün başka bir usulüdür ki on zamanhdir ve iki tane 5/8 Turk aksağmm bir araya getirilmesiyle yapılmiştır.
Şu birkac. hatayı içiçe bir hamlede irtikap etmek kudretiyle temeyyüz eden üstad allame bu kadarlık muvaffakiyete kanmayarak kitabında aynı derece şerefli diğer birçok hatalara yer vermis bulunuyor.
Mesela kitabının 35'inci sahifesinin son satırında Fethiyye isimli Arapça musiki kitabmm müellifini meçhul gibi göstermektedir. Bundan anlaşılıyor ki üstad allame Fethiyye'nin bir tek nüshasını bile görmemis.. Eğer görseydi eser sahibinin mukaddimede kendi ismini Muhammed-ibni-Abdilhamid-il-Ladiki diye açıkça yazdığını herhalde farkederdi.
Bir de Türkçe kelimelerin üzerinde akla sığmaz manevralar yaparak onları Araplaştırmaya çalışan-Arap’ tan ziyade Arap-yabancı müelliflere tesadüf ediliyor.
Mesela musiki tarihçisi Fetis "kaba dügah, kaba segah" gibi tabirleri Quab-el-doukah, Qab-el-sikah biçiminde yazarak buradaki Qab sozünün Arapçada reis ve başbuğ (chef) manasma geldiğini ilave ediyor..
Halbuki reis ve basbuğ manasındaki Arapça kelime şeddelidir. Yukarıki tabirlerde ise şeddeli Kabb yoktur. Fazla olarak bizzat Araplar Qab şeklini değil, doğrudan doğruya kaba şeklini kullanmakta ve bunun kalın ses manasında Türkçe bir kelime olduğunu itiraf etmektedirler.
Türk aleyhtarı müelliflerin yarattıkları bu zehirli hava içinde sanki iskemleleri tavana asılı, halısı pencereye çivili, avizesi yere çakılı, masası duvara takılı bir deli odasında imişim gibi hafakandan bunalacak hale gelmiştim ki Muhammed Kamil-el-Hulat'nin kitabından esen sihirli bir saba rüzgarıyle birdenbire bütün eşyanın yerli yerine döndüğünü ve etrafındaki boğucu bulanıklığın dağılıverdiğini hissettim.
Bu zat yalnız ıstılahlann Türklüğünü ve Türklerden geldiğini söylemekle kalmıyor, kitabının müteaddit yerlerinde “ esatizetuna-l-etrak diye Türklerin kendilerine hocalık yaptıklarını tasdik ediyor ve hemen her makamın Türkler tarafından nasıl kullanıldığını anlatıyor; hatta Mısır musikicilerinde yanlış veya çirkin gördüğü halleri duzeltmek için onlara Türkleri örnek gösteriyor.
Muhammed Kamil-el-Hulai, hangi Arabın kitabında gördüğünü tasrih etmediği bir martavalı da tenkit etmektedir.
Tabirimi af buyurunuz: Kepazelikte bu kadar ileriye gitmiş bir uydurmaya ömrümde tesadüf etmediğim için onu size de bildirmek isterim:
Eski zamanlarda bir zat babasının ölümüne pek ziyade üzülmüş ve teselli bulmak için bir eğlence aramış. Düşünüp taşındıktan sonra bir saz yapmaya karar vermis. Sazı bitirince de;
-İşte benim babam budur!
Buyurmuş. şimdi saza teller lazım ya!.. Bakın, ne geniş bilgili adam!.. Saza insanm dört türlü tabiatını temsil etmek üzere dört tel bağlamıs. Fakat her dahiye arız olan dalgınlığı bilirsiniz. Bu dahi adam da sazın karnını delip boşaltmayı nasılsa unuttuğu için tellerden hiçbir ses çıkaramamış. Onun üzerine hayıflanarak:
-Vah vah! Babam dilsizmis!
Diye ikinci bir hikmet savurduktan sonra öfke ile sazı bir köşeye fırlatıvermis.
Bir müddet sonra, anlaşılan teessürü tazelendiğinden, tekrar saz calmak istemis. Bir de bakmiş ki bu sefer tellerden gür bir ses çıkıyor! Lütfen hayrette kalarak sebebini araştırmış. Ve -ne kadar olsa zeki insanın hali başkadır- o sebebi bulmaya muvaffak olmus. Meğer sebep ne imiş, biliyor musunuz? Saz atıldığı köşede duruyorken -Allah'm hikmetinden sorulmaz!- bir fare gelerek tahtanın karın tarafını tıpkı bir usta çalgıcı gibi oymuş imiş de ses bu boşluktan çıkıyor imiş!
O zaman kahramanımiz-her nedense Arapça olarak ve biraz da avam lehçesiyle- "Benim babam bu değil, faredir" manasmda: Haza leyse biabi bel-il-farabi
Diye bağırmış. Ve işte bütün hareketlerinden ve sözlerinden-Allah için söylemeli- akil fışkıran bu nümunelik insana, başından geçen şu tatlı vak'adan kinaye olarak, Al-Farabi lakabı verilmiş. imiş!...
Gördünüz mü, mezarcağızında ebedi istirahate daldı zannettiğimiz zavalh Farabi'nin başına gelenleri?
Eskiden bizde-deli olmaya lüzum görmeden -pirasayi pürhassa ve maydanozu midenüvaz yapan ve yazan adamlara tesadüf edilirdi. Eğer bunlar sağ olsaydılar da Farabi ismi üzerinde kurulan şu kalın kıyım ilal ve idgamı işitseydiler dillerini hikayedeki fare oğluna benzeterek:
-Babamiz baskasi değil, bu ilal ve idgami yapandir! sözüyle yarım boy rükua varırlardi!...
Bebeklere masal diye bile söylenemeyecek kadar budalaca olan bu uyduruş mahza Türk oğlu Türk büyük Farabi'yi -isminden başlayarak- Araplaştırmak isteyenler tarafindan ortaya atılmıştır. Bazı kimselerin ne gibi maksatlarla ne gibi çukurlara indiklerini göstermek için bu soğuk maskaralığı nakletmekte fayda düşündüm.
Muhammed Kamil-el-Hulai benim gibi işi şakaya vurmuyor. Yukarıdaki hurafeyi ciddiyetle kitabına geçirdikten sonra bunun saçmalığına işaret ederek Farab'ın Kamus'da yazıldığı üzere Seyhun ırmağı arkasında bir nahiye olduğunu, Farabi kelimesinin oraya nisbetten ibaret bulunduğunu izah ediyor.
Yabanci müelliflerden işitmeye alışmadığımız bir ses degil mi?
Arap musikisinin canh tezahürlerine dair hemen bütün malumatı Muhammed Kamil-el-Hulai'nin Kitab-ül-musiki-yiş-şarki'sinden alan Jules Rouanet kendi eserinde:
Perde, dik, nim hisar, dik hisar, kaba hisar, dik kaba hisar, dik zirgiile, tiz neva, tiz hisar, kaba nim hisar, dik puselik, dum, tek, aksak, sade, çifte, sade düyek, çifte düyek, Okrouk (yürük), Nühüft-ul-etrak, Uşşak-ul-etrak, Baba Tahir, Eski Zirgüle, Belahenk (Bolahenk), Argul, foum Havassi (oyun havasi), vesaire ve saire... gibi Türk musikisinden gelme ve Türk nişaniyle mühürlü alay alay tabirler kullandiğı halde niçin bir kerecik merak edip de bu Türkçe sözlerin Arap musikisinde ne işleri olduğunu aramıyor?
Belki kendisi bu suale pek kolay bir cevap bulabilir de der ki:
-Aramak veya aramamak benim keyfime bağlı bir şey!. Siz ne karışıyorsunuz? Evet ilk bakışta akan suları durduracak bir cevap!... Fakat hakikatte mesele hiç de öyle değildir. Zira bizi karışmaya zorla sevkeden kendisi oluyor: Muhterem müsteşrik, Muhammed Kamil-el-Hulai'nin kitabında yukarıki tabirlerin Türklerden geçtiğini gösteren, Arap musikisinin Türklerden alındığını anlatan ve Türklerin lehinde olan ne kadar sarahat veya işaret varsa hepsini özene bezene aradan çıkarmış ve o musikiyi sanki Türklerden hiç iktibasta bulunmayan müstakil bir san'at kılığına sokmuştur. İşte her adımda yüzüne sıçrayan Türklük kıvılcımlarını böyle kendi eliyle ve emeğiyle birer birer söndürmek isteyişidir ki işe karışmak mecburiyetini bize yükletiyor.
Onun yazdığı şeyler ancak yazmadıklarını acı bir belirti ile karşımızda canlandırmaya yaramaktadır
Makamlarımızı, usullerimizi,sazlarımızı, ıstılahlarımızı benimseyip de güle güle kullananlardan biz teşekkür beklemeyebiliriz; çünkü Muhammed Kamil-el-Hulai gibi mert insanlar azdır. Fakat bilgisizlikleri veya garezkarlıkları kalemlerindeki siyah mürekkeple beraber kağıt üzerine akan yazıcıların sağırlaşmış kulaklarına şöyle haykırabiliriz:
-Baylar, şurup bizden, su bizden, bardak bizden, hatta kaşık bizden.. O halde şerbet nereden?..
Bakınız, size Arap musikisi hakkındaki kitaplardan aynen çıkardığım bir etek dolusu Türk malını göstereyim.
Makamlardan: Nühüft-ül-etrak (Türklerin nühüftü), Ussak-ul-etrak (Türklerin uşşakı), Baba Tahir, Eski Zirgüle, Suzidilara, Tarzınevin, Çargah-ı-Türki, Ferahfeza, Suzidil, Şevkefza, Rahat-ül-ervah, Evcara, Ferahnak, Bestenigar, Hicazkar, Saba, Bayati, Pesendide, Neveser, Suzinak, Dilnişin, Sipihr, Şevkidil, Revnaknüma, Canfeza ve saire…
Düzümlerden: Aksak, çifte, sade, çifte düyek, sade düyek, cengi harbi, yürük, sofyan teki, muhammes-i Türki, Türki darb, berefşan-ı Türki, oyun havasi, aksak semai, düyek, ağır sengin semai, curcuna, yürük curcuna, ağır evfer, aydın, ağır aksak semai, yürük aksak semai, ağır devrihindi ve saire...
Sazlardan: Tanbur-i-kebir-i-türki, bağlama, kaba zurna, nay-i-kucük, kara nay, argul, iklığ, tabl-ı türki, iki telli, kopuzit, eğri, burgu, şıdırgu, battal, dilli düdük, kaval, nay-u-türki, bak, balban, burgu, dümbek, mıskal, salamani, cığırtma, düdük, sarra, sergine, sürme, caaba (Türk kopuzu), zil ve saire..
Istilahlardan: Düm tek, teke, arpa, perde, düzen, dik, kaba, takım, peşrev, hane, teslim vesaire...
Acaba bu Türk mallarının Arap musikisine dair kitaplarda ne işleri var?
Şunu da söyleyeyim ki ben en küçük bir tereddüde bile yer bırakmamak arzusuyla yalnız Türklüğü belli veya Türklere aidiyeti kitaplarda açıkça yazılı olan kelimeleri seçtim ve üzerinde Türklük imzası bulunmayan, yahut Türklerden alındığı tasrih edilmeyen mallarımıza hiç el sürmedim. Mesela yukarıki kelimelerden Türkçe görünmeyen mıskal, sergine, salamani, caaba, pesrev, hane, teslim ve saire gibilerin Türklerden Araplara geçtiği kaynaklarımda gösterilmistir.
Fazla olarak da, maksadım birkaç örnek göstermekten ibaret olduğu için, Arap kitaplanndaki Türk unsurlarının hepsini toplamış değilim. Herhangi bir milletin - en geniş manada- musiki sistemi ancak muayyen aralıklı makamlar ile düzümler ve sazlardan teşekkül eder.
Araplar bunların hepsini Türklerden alınca acaba onlara musiki sistemini kim vermiş oluyor
Senelerce evvel Arap musikisini tetkik etmeye başladığım zaman Arapça kitaplarda yukarıdaki Türk kelimelerini maşlahlı, agelli birer bedevi kılığıyla tanınmaz bir hale girmiş buluyor ve gözlerime inanamıyordum.
(ed-dumm), (et-tumm), (ed-dumum), (et-tumum), (et-tekk), (et-tükuk), (el-arba), (el-arabat), (el-barda), (ed-bardat), (ed-düzene), (ed-duzan), (yüdevzinune), (et-tik), (et-tike), (et-takm) (el-besref), (el-besarif), ilah..
Bunlann üstlerinde Araplık hurdevatını soyunca çok defa gülümser bir sima ile Türkçe kelime meydana çıkıyordu
"Çok defa" diyorum. çünkü bazen millettaş kelimeyi tanıyamadığım oluyordu.
Bilfarz düm, tek, perde, düzen, dik, takım, peşrev gibilerini kolalıkla teşhis edebildim. Fakat bazıları pek ziyade merakımı celbetmisti. Hele muhtelif Arap müelliflerinin arba'yı Türkçeden alınma olarak gösterdiklerini öğrenince merakım büsbütün arttı.
Evvela manasını aradım. Arba bizim "yarım ses" dediğimiz şey imis,. Araplar tam sese barda(perde), bunun takriben yanısıra arba, takriben dörtte birine nim arba veya nim-ül-arba, takriben dörtte üçüne de tik arba veya tik-ul-arba isimlerini veriyorlar.
Jules Rouanet bu tabiri araba şeklinde ve mürekkeplerini tik araba, nim araba şekillerinde göstermistir.
v Türkçenin Arap harfleriyle yazıldığı devirde bizim bildigimiz arabayı arbe imlasıyle kullananlar vardı.
Lakin imladaki benzerliğe ve Jules Rouanet'nin de araba diye yazmasma rağmen bildigimiz arabanın demin anlattığım mana ile ilişiği yoktur: Ses aralığını ne kadar büyültürsek büyültelim, araba ile dolaşacak mesafeyi bulamayız.
Bir müddet bu muammayı halledemedim. Hani bazı zihin takıntıları olur ki mevzuu pek ehemmiyetsiz bir şey iken bir türlü yakanızı bırakmaz. Siz silkindikçe o yerine yapışır. Şöyle lakırdı arasında "falancanm komşusunun torunun adı ne idi?" diye kendi kendinize bir kere sormaya görün! Eğer çarcabuk hatırlayamazsanız pek muhtemeldir ki ne şahsi, ne hayati sizi alakadar etmeyen o çocuğun adı bir sorgu işareti halinde beyninize yapışık kalsın!
İşte benim de kafama arba kelimesi böyle inatçı bir at sineği sırnaşıklığıyla musallat oldu. Meselenin kıymetiyle mütenasip görülmese de itiraf etmek mecburiyetindeyim ki günlerce uğraştım, düşündüm, aradım. Lakin, gene itiraf edeyim ki münasip bir tefsir bulamadım.
Meğer bulamamakta haklı imişim!... Zira düşünmekle değil, ancak eğer elden gelirse kerametle, bu elden gelmezse sadece tesadüfle bulunabilecek şeylerdenmiş! :
Benim muvaffakiyetim öyle pek keramete kadar yükselmeksizin mutavazıane oldu ve basit bir tesadüf muammayı çözüverdi:
Edvar-ı-ilm-i-musiki adında müellifi meçhul, Türkçe, yazma bir musiki risalesi elime geçmişti. Bir de orada okumayayım mı ki eski zamanlarda Türkler küçük uzunluklar için arpa'yı ölçü olarak kullanırlarmış.? Risalede şöyle bir tarif vardı;
"Isbı deyu yed-i insanda olan başparmak tırnağı ucundan parmak.boğumunun mafsalda olan evvel hattına değin tesmiye ederler. Ol dahi insanın kebir ve sağir azasma göre kimi insanda büyük bir kiminde küçük olur. Isıın dahi zabıtası altı vasatşa'iyr arz arza birbirine muttasıl olsa bir parmak itibar olunur"
Demek ki vaktiyle sazların telleri üzerinde perde aralarını ölçmek için arpa mikyasına müracaat ediliyormuş. Bu suretle arba'nın Türkçe arpa'dan baska bir sey olmadığı anlaşıldı!...
Anlaşılmayan bir nokta kalıyor; o da Araplar'ın Türkçeden arpa'yı alıp kullanmalarına mukabil Türklerin niçin arpa'yı beğenmeyerek Arapçadan şaiyr'i iktibas ettikleridir. Şimdi bunu da izah edeceğim.
Araplar bizim gibi değildirler. Biz, evvelce biraz bahsettiğim vechile, her yeni kelimeyi ihtiyaç. gördükçe, hatta çok kere hakiki bir ihtiyaç, bile görmeden, hemen Arapça veya Acemceye koşmak itiyadında idik. Özünü kendimiz yapar, kabuğunu Araplar veya Acemlerden alırdık.
Büyük Türk bestekarı Şakir Ağa merhum ferahnak makamını icad ettigi vakit gönlüne hiç kötülük getirmeden, Arap’ın ferah'ına Acem'in nak'ını ekleyerek yeni makama isim koymuştu.
Üçüncü Selim Suzidilara, Hüzzamı cedid, Dilara, Evcara, Hicazeyn, Şevki dil, Neva puselik, Arazbar puselik, Neva kürdi, Gerdaniye kürdi, İsfahanek gibi makamları; Seyid Ahmet Ağa Ferahfeza'yı; Kemani Hizir Ağa Vechi arazban; Arif Mehmet Ağa Dilküşa'yı ve Şevkaveri; Halim Ağa Suzidil'i; Sadullah Ağa Asiran zemzeme'yi; Abdürrahim Dede Şevki dil'i ve Anber-efşan'ı; Abdülbaki Dede Dilaviz, Ruh-efza, Gülruh, Dildar, Hisar kürdi makamlarmi icad ettikleri zaman bunların adlarını Türkçeden baska bir dil ile koymakta beis görmemişlerdi.
Nereden hatırlarına gelsin ki her Arapça veya Farsça kelime ileride bir korsan kayığı gibi yükünü gizlice hemen Arabistan'a veya Acemistan'a kaçıracak?
Vaktiyle hepimiz Arabi ve Farisi'nin fedakar aşıkları idik. Kendi başımdan geçen bir vak'ayi anlatayim:
Bundan otuz sene kadar evvel Rauf Yeka merhum ile Doktor Suphi Ezgi ve ben üçümüz bir araya gelerek garb musikisindeki istilahlara kendi dilimizde, daha doğrusu Osmanlıcada, birer karşılık bulmaya çalışmıstık. Bu uğraşma esnasinda ilk önümüze çıkan islahlardan biri Fransızca accord oldu. Buna karşılık olmak üzere her birimizin hatırına gelen ve hicbiri Türkçeden alınmayan birçok tabirler üzerinde uzun ve çetin münakaşalar yaptık. Kimimiz tevafuk, kimimiz tetabuk, kimimiz temazüc diye hacıyağı kokulu kelimeler teklif ediyordu. Nihayet neye karar verdiğimizi tahmin edersiniz?
Temezzüc, evet, temezzüc lafzını accord'un karşılığı olarak ittifakla kabul ettik.
O devirde temezzüc'ün bir sacyağı yakarlığıyla hem ağzı, hem kulağı dalayan sesinden ürkecek halde bulunuyorduk!
Neden sonra bazi Türk düşmanı müellifler tarafından Arabi ve Farisi tabirlerin-bizim malımızla doldurulmuş birer hediyelik çanta gibi- şuna buna takdim edildiğini görünce aklım başımdan gitti... Hayır, hayır, aklım başıma geldi... Ve o zamandan beri artık bütün ıstılahları Türkçelestirmeye azmettim.
Şimdi mahud temezzüc'ün yerine uygu'yu kullanıyorum.
Şu tafsilatla Arapların Türkçe arpa’yı benimsemelerine karşı Türklerin Arapça şaiyr’i neden tercih ettiklerini anlatmış oldum.
Araplar bizim gibi değildirler, demiştim.
Onlar özü kendilerine ait şeyler için hiçbir zaman başkalarından kabuk almazlar; kendi buldukları bir mananın lafzını yabanci bir dilden iktibas ettikleri vaki değildir. Fakat kendilerinde bulunmayan öz ile kabuğu bir arada görürlerse seve seve alırlar.
Saviş (çavus), başa(paşa), beyk (bey), funucraf (fonograf), bendul (rakkas-pendule), tabu(tapu), ve saire gibi.
İşte makalemin baş tarafinda sıraladığım Türk malları da bu nevidendir.
Demek oluyor ki her ne vakit Arapçada bir Türkçe kelimeye rastlarsak onun mutlaka içiyle ve dışıyla beraber bizden geçtiğine hükmetmeliyiz.
Araplar Türklerden aldıklan bütün makam, usul ve saz ıstılahlarından hemen bir tanesi bile yoktur ki Arapçada mukabili bulunmasın veya mukabilinin icadı mümkün olmasın. Onların bu ıstılahları Türkçeden alışları kelime ihtiyacından değil, kelimeler içindeki özlerin kendi lafızlarını da beraber sürüklemelerinden ileri gelmistir.
Mesela düzen kelimesiyle bundan doğma sözlerin karşılığı olarak Arapçada (istihab) ve müştakları vardır ki Türklerin yazdıklari Arapçada musiki kitaplarında bile kulanılmıştır:
Kaba'nm mukabili (sakil), tiz'in karşılığı (hadd) olmak üzere Arap dilinde mevcuttur.
Mevcut olmayanları da Araplar küçük bir gayretle meydana getirebilirler. Nasıl ki biz Türkler tibba, tabiiyyata, felsefeye, riyaziyata ve saireye ait binlerce ve binlerce ıstılahları eski zamanda -ve müsaadenizle ilave edeyim: Dalaletimiz devrinde- hep Arapça olarak uydurup yazmış ve kullanmiş idik.
Şu halde Araplarm musikiye dair yığın yığın Türkçe kelimeleri bizden almaları ne dillerinin yetmeyişinden, ne de gönlümüzü hoş etmek isteyişlerinden nes'et etmemistir. Sadece şundan nes'et etmistir ki, Araplar o Türkçe kelimelerin özleri olan maddi veya manevi varlıklan bizden iktibas edince bu varlıklar kendi kılıfları olan lafızlan da birlikte götürerek Arapçanın içine sokmuşlardir. Nitekim bugün otomobil, posta, telgraf, radyo gibi varlıklar her memlekete girerken isimlerini de beraber götürüyorlar.
Elhasıl bahsettiğim Türkçe sözler, dilimize giren birçok Arapça ve Farsça kelimeler gibi içi sonradan doldurulacak boş birer kılıf halinde değil, ancak kılıfı birer iç. olarak Arapçaya alınmışlardir.
Biraz evvel, Arap kitaplarında Türk kelimelerine rastladıkça gözlerime inanamadığımı söylüyordum.
Hayretim şundan ileri gelmisti: Bir yandan Araplar, bir yandan yabancılar, bir yandan da bizim aramızda onlara uyanlar ağız birliğiyle ve yüksek sesle:
- Bu musiki Türklerin değildir; Türkler onu ya filan milletten, yahut falan milletten almışlardır.
Diye bağırıp durduklan halde nasıl oluyordu da bilakis Arap musikisi Türk mallarıyla tıklım tıklım dolu bulunuyordu?
Hayretimi artıran bir başka cihet de şu idi: Türk düşmanlığını saklamaya hacet görmeyen ve Arapların, Türklerden musiki almadıklarını iddia eden müelliflerin kitaplarında bol bol Türk musikisi unsurlarıyla, hatta bunların Türklerden alındığı hakkında itiraflarla karşılaşıyor ve bu kadar sersemliği eser sahiplerine yakıştıramayarak makul bir tevil yolu bulmaktan aciz kalıyordum.
Bakınız, Mısır'ın Yahudi musikişinaslarından Mansur Avad ne diyor:
"Birçok kimseler bugün kullanılmakta olan Mısır musikisinin Türklerden alındığını zannederlerse de bu zan doğru olmaktan uzaktır. Evet, pesrev adıyle anılan ve Türk musikicileri tarafından telif edilmis olan parçaları kullanıyoruz; fakat butün Türk musikisi ve Türk musiki kaideleri bu pesrevlerden ibaret değildir ya!
Gene o müellif diğer bir eserinde, Arap imlasıyla tik yazilan dik kelimesini şöyle tarif etmektedir:
"Tik sozü Farsçadır; yarıdan dörtte bir fazla demektir ki dörtte üçü müsavi olur"
Halbuki Farsçada ne böyle bir kelime vardır, ne de böyle bir mana!
Türkler sekizlinin yirmi dörde bölünmesinden çıkan seslere isim verirken hisar, hicaz, geveşt, zirgüle, puselik gibi perdelerin biraz dikçelerine dik hisar, dik hicaz, dik geveşt, dik zirgüle, dik puselik, ilah.. demislerdir. Mesele bundan ibarettir.!.
Hele, gümbür gümbür toplar atarak Türklüğünü ufuklara ilan eden su iri yarı Karabatak sözüne Acem kalpağı giydirmek için Mansur Avad cenaplarının gösterdiği gayrete bakın!... Diyor ki:
Karbatak Farsça bir isimdir. Alısveris. demektir. Musikide bundan maksat bir kisinin taksim yapması ve ötekilerin sazlarla cevap vermeleridir. Peşrevlerin bir nev'i de bu isimle anılır ki içine taksim sokulmuş olan peşrevlerdir. Bunlara Karabatak pesrevi denilir".
Aynı müellif Suzidilara, Terzınevin, Dilnişin, Rahat-ül-evrah, Evcara, Sipihr, Şevkidil, Revnaknüma, Canfeza, Suzidil, Ferahnak, Şevk-u-tarab, Şevkefza gibi hep Türk icadi olan ve mucidleri de herkesçe bilinen makamlari Araplara ve Acemlere isnad edecek yolda bir ifade tarzi kullanmaktadir.
Mansur Avad dostumuz bu çeşit yazıları yazdıktan sonra, kitabında saydığı makamlarla diğer saymadıklarını öğrenmek isteyenler için Türkçe Haşim Bey mecmuasma ve Türk padişahı Üçüncü Selim'in eserine müracaat tavsiyesinde bulunursa beğenir misiniz?
Ben ona ve benzerlerine sersemliği yaraştırmamıştım ama, nihayet bundan başka bir izah yolu bulunamayacak galiba!... Çünkü Türklerden peşrev almanın bütün musikiyi almak sayılamıyacağını söyleyip dururken makamların hep Türk kitaplarından aşırıldığını itiraf etmek ancak bir sayıklama nöbeti sırasında yapılabilecek şeylerdendir.
Diğer bir Arap müellifi daha var ki kitabının üzerine kendi adını El-ustaz-ul-allamet-uş-şeyhu Tantavi Cevheri diye pek pohpohlu bir çerçeve içinde yazıyor. Bu allamenin iddiasina bakılırsa bildiğimiz aksak usulü Araplardan Frenklere, Frenklerden de bize geçmiş imis; çünkü Frenkler Araplardan Sakil-i-evvel denilen usulü alıp buna 9/8 ölçüsü ismini koymuşlar; sonra biz Türkler onu Frenklerden aksak semai adıyla iktibas etmişiz.
Üstad allameye hemen haber vereyim ki her ne söylediyse hepsi yanlıştır. Zira bir kere bütün eski kitaplarda tarif edilen Sakil-i-evvel usulünün 9/8 olçüsüyle hiçbir alakası yoktur. Sakil-i-evvel usulü 9 zamanlı değil, 16 zamanlıdır ve tenen tenen tenenen ten tenenen seklinde, yani mefailün feilün müfteilün veznindedir. Frenklerin 9/8 ölçüsü ise 16 zamanlı değil, 9 zamanlıdir ve ten'lerle gösterilince ten tenen tenenne seklinde, yani failün feulü vezninde gorünür ki en iptidai aruz veya musiki bilgisine malik olanlar nazarında bile Sakil-i-evvel'e yabancılığı meydandadir.
Üstad allamenin ikinci yanlışı 9/8 ölçüsünün Frenklere Araplardan geçtiği iddiasında tecelli ediyor: Frenkler bu usulü Araplardan alamazlardı; çünkü hiçbir zaman Araplarda 9/8 biçiminde bir ölçü mevcut olmamıştır. Zaten Frenkler almaya ihtiyaç da duymazlardı; Çünkii 9/8 ölçüsü sadece kendilerindeki 3/8 ölçüsünden üç tanesinin yanyana getirilmesiyle hasıl olmuştur.
Üstad allamenin üçüncü yanlışı 9/8 usulünün Türklere Frenklerden geçtiği hakkındaki sözünde göze çarpıyor. Türklerdeki 9/8 usulü ten tenenen tenne şeklinde, yani müfteilün fa'lü veznindedir ki biri 4/8 sofyan ve öteki 5/8 Türk aksağı olmak üzere iki ölçünün birlesmesinden doğmustur. 4/8 ve 5/8 usulleriyle beraber 9/8 usulü de Türklerin en eski ve en milli ölçülerindendir. Frenklerin demin bahsettigim 9/8 ölçüsüyle bunun arasında asla münasebet yoktur. O derece yoktur ki bizim 9/8 ölçümüz bugün bile hala Frenk musikisinde malum değildir.
Üstad allamenin dördüncü yanlışı 9/8 usulüne biz Türklerce aksak semai denildiğini zannetmesinden ileri geliyor. Zira biz bu usule aksak semai degil, sadece aksak deriz. Aksak semai Türk musikisinin büsbütün başka bir usulüdür ki on zamanhdir ve iki tane 5/8 Turk aksağmm bir araya getirilmesiyle yapılmiştır.
Şu birkac. hatayı içiçe bir hamlede irtikap etmek kudretiyle temeyyüz eden üstad allame bu kadarlık muvaffakiyete kanmayarak kitabında aynı derece şerefli diğer birçok hatalara yer vermis bulunuyor.
Mesela kitabının 35'inci sahifesinin son satırında Fethiyye isimli Arapça musiki kitabmm müellifini meçhul gibi göstermektedir. Bundan anlaşılıyor ki üstad allame Fethiyye'nin bir tek nüshasını bile görmemis.. Eğer görseydi eser sahibinin mukaddimede kendi ismini Muhammed-ibni-Abdilhamid-il-Ladiki diye açıkça yazdığını herhalde farkederdi.
Bir de Türkçe kelimelerin üzerinde akla sığmaz manevralar yaparak onları Araplaştırmaya çalışan-Arap’ tan ziyade Arap-yabancı müelliflere tesadüf ediliyor.
Mesela musiki tarihçisi Fetis "kaba dügah, kaba segah" gibi tabirleri Quab-el-doukah, Qab-el-sikah biçiminde yazarak buradaki Qab sozünün Arapçada reis ve başbuğ (chef) manasma geldiğini ilave ediyor..
Halbuki reis ve basbuğ manasındaki Arapça kelime şeddelidir. Yukarıki tabirlerde ise şeddeli Kabb yoktur. Fazla olarak bizzat Araplar Qab şeklini değil, doğrudan doğruya kaba şeklini kullanmakta ve bunun kalın ses manasında Türkçe bir kelime olduğunu itiraf etmektedirler.
Türk aleyhtarı müelliflerin yarattıkları bu zehirli hava içinde sanki iskemleleri tavana asılı, halısı pencereye çivili, avizesi yere çakılı, masası duvara takılı bir deli odasında imişim gibi hafakandan bunalacak hale gelmiştim ki Muhammed Kamil-el-Hulat'nin kitabından esen sihirli bir saba rüzgarıyle birdenbire bütün eşyanın yerli yerine döndüğünü ve etrafındaki boğucu bulanıklığın dağılıverdiğini hissettim.
Bu zat yalnız ıstılahlann Türklüğünü ve Türklerden geldiğini söylemekle kalmıyor, kitabının müteaddit yerlerinde “ esatizetuna-l-etrak diye Türklerin kendilerine hocalık yaptıklarını tasdik ediyor ve hemen her makamın Türkler tarafından nasıl kullanıldığını anlatıyor; hatta Mısır musikicilerinde yanlış veya çirkin gördüğü halleri duzeltmek için onlara Türkleri örnek gösteriyor.
Muhammed Kamil-el-Hulai, hangi Arabın kitabında gördüğünü tasrih etmediği bir martavalı da tenkit etmektedir.
Tabirimi af buyurunuz: Kepazelikte bu kadar ileriye gitmiş bir uydurmaya ömrümde tesadüf etmediğim için onu size de bildirmek isterim:
Eski zamanlarda bir zat babasının ölümüne pek ziyade üzülmüş ve teselli bulmak için bir eğlence aramış. Düşünüp taşındıktan sonra bir saz yapmaya karar vermis. Sazı bitirince de;
-İşte benim babam budur!
Buyurmuş. şimdi saza teller lazım ya!.. Bakın, ne geniş bilgili adam!.. Saza insanm dört türlü tabiatını temsil etmek üzere dört tel bağlamıs. Fakat her dahiye arız olan dalgınlığı bilirsiniz. Bu dahi adam da sazın karnını delip boşaltmayı nasılsa unuttuğu için tellerden hiçbir ses çıkaramamış. Onun üzerine hayıflanarak:
-Vah vah! Babam dilsizmis!
Diye ikinci bir hikmet savurduktan sonra öfke ile sazı bir köşeye fırlatıvermis.
Bir müddet sonra, anlaşılan teessürü tazelendiğinden, tekrar saz calmak istemis. Bir de bakmiş ki bu sefer tellerden gür bir ses çıkıyor! Lütfen hayrette kalarak sebebini araştırmış. Ve -ne kadar olsa zeki insanın hali başkadır- o sebebi bulmaya muvaffak olmus. Meğer sebep ne imiş, biliyor musunuz? Saz atıldığı köşede duruyorken -Allah'm hikmetinden sorulmaz!- bir fare gelerek tahtanın karın tarafını tıpkı bir usta çalgıcı gibi oymuş imiş de ses bu boşluktan çıkıyor imiş!
O zaman kahramanımiz-her nedense Arapça olarak ve biraz da avam lehçesiyle- "Benim babam bu değil, faredir" manasmda: Haza leyse biabi bel-il-farabi
Diye bağırmış. Ve işte bütün hareketlerinden ve sözlerinden-Allah için söylemeli- akil fışkıran bu nümunelik insana, başından geçen şu tatlı vak'adan kinaye olarak, Al-Farabi lakabı verilmiş. imiş!...
Gördünüz mü, mezarcağızında ebedi istirahate daldı zannettiğimiz zavalh Farabi'nin başına gelenleri?
Eskiden bizde-deli olmaya lüzum görmeden -pirasayi pürhassa ve maydanozu midenüvaz yapan ve yazan adamlara tesadüf edilirdi. Eğer bunlar sağ olsaydılar da Farabi ismi üzerinde kurulan şu kalın kıyım ilal ve idgamı işitseydiler dillerini hikayedeki fare oğluna benzeterek:
-Babamiz baskasi değil, bu ilal ve idgami yapandir! sözüyle yarım boy rükua varırlardi!...
Bebeklere masal diye bile söylenemeyecek kadar budalaca olan bu uyduruş mahza Türk oğlu Türk büyük Farabi'yi -isminden başlayarak- Araplaştırmak isteyenler tarafindan ortaya atılmıştır. Bazı kimselerin ne gibi maksatlarla ne gibi çukurlara indiklerini göstermek için bu soğuk maskaralığı nakletmekte fayda düşündüm.
Muhammed Kamil-el-Hulai benim gibi işi şakaya vurmuyor. Yukarıdaki hurafeyi ciddiyetle kitabına geçirdikten sonra bunun saçmalığına işaret ederek Farab'ın Kamus'da yazıldığı üzere Seyhun ırmağı arkasında bir nahiye olduğunu, Farabi kelimesinin oraya nisbetten ibaret bulunduğunu izah ediyor.
Yabanci müelliflerden işitmeye alışmadığımız bir ses degil mi?
Arap musikisinin canh tezahürlerine dair hemen bütün malumatı Muhammed Kamil-el-Hulai'nin Kitab-ül-musiki-yiş-şarki'sinden alan Jules Rouanet kendi eserinde:
Perde, dik, nim hisar, dik hisar, kaba hisar, dik kaba hisar, dik zirgiile, tiz neva, tiz hisar, kaba nim hisar, dik puselik, dum, tek, aksak, sade, çifte, sade düyek, çifte düyek, Okrouk (yürük), Nühüft-ul-etrak, Uşşak-ul-etrak, Baba Tahir, Eski Zirgüle, Belahenk (Bolahenk), Argul, foum Havassi (oyun havasi), vesaire ve saire... gibi Türk musikisinden gelme ve Türk nişaniyle mühürlü alay alay tabirler kullandiğı halde niçin bir kerecik merak edip de bu Türkçe sözlerin Arap musikisinde ne işleri olduğunu aramıyor?
Belki kendisi bu suale pek kolay bir cevap bulabilir de der ki:
-Aramak veya aramamak benim keyfime bağlı bir şey!. Siz ne karışıyorsunuz? Evet ilk bakışta akan suları durduracak bir cevap!... Fakat hakikatte mesele hiç de öyle değildir. Zira bizi karışmaya zorla sevkeden kendisi oluyor: Muhterem müsteşrik, Muhammed Kamil-el-Hulai'nin kitabında yukarıki tabirlerin Türklerden geçtiğini gösteren, Arap musikisinin Türklerden alındığını anlatan ve Türklerin lehinde olan ne kadar sarahat veya işaret varsa hepsini özene bezene aradan çıkarmış ve o musikiyi sanki Türklerden hiç iktibasta bulunmayan müstakil bir san'at kılığına sokmuştur. İşte her adımda yüzüne sıçrayan Türklük kıvılcımlarını böyle kendi eliyle ve emeğiyle birer birer söndürmek isteyişidir ki işe karışmak mecburiyetini bize yükletiyor.
Onun yazdığı şeyler ancak yazmadıklarını acı bir belirti ile karşımızda canlandırmaya yaramaktadır
Makamlarımızı, usullerimizi,sazlarımızı, ıstılahlarımızı benimseyip de güle güle kullananlardan biz teşekkür beklemeyebiliriz; çünkü Muhammed Kamil-el-Hulai gibi mert insanlar azdır. Fakat bilgisizlikleri veya garezkarlıkları kalemlerindeki siyah mürekkeple beraber kağıt üzerine akan yazıcıların sağırlaşmış kulaklarına şöyle haykırabiliriz:
-Baylar, şurup bizden, su bizden, bardak bizden, hatta kaşık bizden.. O halde şerbet nereden?..