1643248118830.png


Yıldız Teknik Üniversitesi San’at ve Tasarım Fakültesi Dekanı ve Müzik ve Sahne San’atları Bölüm Başkanı, Kānūnî Prof. Rūhî Ayangil ile yılan hikayesine dönüşen buluşmamızı sonunda gerçekleştirdiğimizde günlerden pazar, vakit ise akşamın geç saatleriydi. Kabataş'taki atölyesinde sıcak bir karşılamanın ardından bize kendi elleriyle hindili sandviçler hazırladı. Sandviçlerimizi yerken başladığımız sohbet sabahın ilk saatlerine kadar sürdü.

Ruhi Ayangil YTÜ Ofisi 2008

Korkutalp Bilgin: Öncelikle çocukluğunuzdan itibaren sizi tanıyalım hocam isterseniz.
Rūhî Ayangil: Evet aziz kardeşim. 12 Aralık 1953 günü doğmuşum. Salıya müsâdif imiş ve sabaha karşı dünyaya geldiğimi validem bana söylerdi. Ancak nüfus kağıdımı okula erken başlayayım, dönem kaybetmeyeyim diye 1952 olarak düzenlemişler. Bu yüzden resmî kayıtlarda doğum tarihim 12 Aralık 1952'dir ama gerçek doğumum 1953'tür. Nerede doğmuşum? Istanbul'un Kurtuluş semtinde, son durakta, Yiğitbaşı Sokak'ta, iki katlı; hattâ zemin, giriş ve üst, üç katlı diyelim ona; üç katlı bir evde... Hâlâ duruyor orası.

K.B: Doğduğunuz ev duruyor mu?
R.A: Doğduğum ev duruyor. Geçenlerde gittim gördüm orayı. Hatırlıyorum... Üç dört yaşıma kadar o evde ikamet ettik. Ondan sonra Pangaltı'nda Eşref Efendi Sokağı'ndaki bir eve geçtik. Orası biraz daha geniş ve o dönemin modern apartman yapılarından bir tanesiydi. Orada da ilkokul 2. sınıf sonuna kadar oturduk. İlkokul 3. sınıfta da Fatih semtine naklettik.

K.B: Aileniz ve o zamanki çevrenizden biraz bahseder misiniz?
R.A: Pederim Erzincan asıllı, Eğin, şimdiki adıyla Kemâliye kazasının o zamanki ismiyle Gecegü köyünden. Şimdiki ismiyle de Kabataş köyü.

K.B: Gecegü?..

R.A: Gecegü. Bu eski isimler değiştirilmiş sonra. Eğin Kemâliye olmuş, Gecegü Kabataş olmuş. Efendim, Erzincan'ın Eğin Kazası'nın Gecegü Köyü'nden genç bir adam olarak yola çıkıyor pederim. İstanbul yollarına düşüyor. Bir hayat mücadelesi muhtemelen. İstanbul'un o dönemki cazibesi herhalde onu celbetmiş olmalı. İstanbul'a geliyor. Ben bunları tabii pederimden karşılıklı konuşup dinlemedim. Çünkü pederim rahmetli olduğunda 13 yaşımda filandım. Bunları konuşacak bir şey olmadı. Eski terbiye iktizâsınca baba oğul ilişkileri, şimdilerdeki gibi modern, hop kucağa hop tepeye değil; son derece resmî... Hatta validem pederimin beni sadece uykudayken sevdiğini söylerdi. İşte şımarmamak için falan. Başka çocukların yanında iltifat etmemek, övmemek... Bunlar kulağımıza o zamandan kazınmış şeyler; ama bu iyi midir kötü müdür, pedagojik midir? Bunun hükmünü artık insanlar verir.
Pederim Hidayet Bey, Hidayet Ayangil mahrukat tüccarı. Muhtemelen bir çok işlerde çalıştı, eyledi. Mahrukat malûm harik; yangın, ateşleme kökünden geliyor. Kömür, odun ticareti. Zaten Eğinliler Yavuz Sultan Selim zamanından beri Osmanlı'nın kasaplık ve odunculuk fermanına, icâzetine sahip. İmparatorluğa, Âsitâne'ye odun, kömür, yakacak ve kasaplık... İcâzetli bir bölgeden kaynaklanan bir meslek. Pederim o mahrukat tüccarlığında; odun, kömür, kum, çakıl... İstanbul'da 50'li yıllar. Düşünelim. Demokrat Parti'yle birlikte inşaat sektörünün canlanmaya başladığı yıllar. Bir inşaat müteahhiti değildi ama orta çaplı bir müteahhit olarak çeşitli binalar, apartmanlar yaptığını, emlâk alıp sattığını, ticaretle meşgul olduğunu duyuyorduk. Yani orta hallin biraz üzerinde evini geçindiren bir insan. Benim validemle ikinci evliliği. İlk evliliğinden de başka kardeşlerim olduğunu daha sonradan öğrendim; ölümüne kadar diğerleriyle görüşmemiştim. Böylece baba br taraftan toplam 5 kardeşiz ben dahil. Annemin de ilk evliliğinden bir karın kardeşim olmuş. O taraftan da 2 kardeşiz. Yani ben bir anne babanın tek çocuğu olmakla birlikte, her iki taraftan toplam benim dışımda 5 kardeşim daha var. En büyük ağabeyimiz sizlere ömür...

K.B: Allah rahmet eylesin.

R.A: Diğerleri sağdır. Şartlar elverdiğince görüşürüz. Validemin ismi de güzel bir isimdir: Rukiye. Kızlık soyadıyla Hallaçoğlu. Onun da babası Malatya Arapkir'li Bekir Efendi. Kurukahveci Bekir Efendi derler imiş vakt-i zamanında. Çemberlitaş'ta sıra kahveler işlettiği söylenir. Mütedeyyin, dervişmeşrep bir adam olduğunu annem söylerdi. Anneannem anlatır idi. Fevkalâde yakışıklı, alımlı, albenisi olan bir zâtmış. Bende de bir iki küçük fotoğrafı vardı; birinde fesli birinde fessiz. O döneme göre Wilhelm bıyıklı bir fotoğrafı vardır. Esnaftan, mütevazı bir halk adamı olduğu belli. Anneannem Cemile Hanım'la evleniyorlar. O evlilikten tek kızı annem. Pederim Hidayet Ayangil'le de Rukiye Hnım'ın evliliğinden bendeniz dünyaya geliyorum. İsmimin konulmasında da peder güzel bir yöntem düşünmüş olmalı ki validemin isminin ilk hecesi ile kendi isminin ilk hecesini birleştirerek Rûhî koymuş. Ben de pek severim. Sonra tabii giderek Bağdatlı Rûhî ile de şâirâne bir temas kurunca ismimi daha çok beğenir oldum. Onun o rindâne, mutasavvıf söyleyişi ile benim meşrebim demek ki birbirine imtizâc etmiş hissettim. Bağdatlı Rûhî'yi bilirsiniz... ¨Sanmam bizi kim şîre-i engûr ile mestiz, Biz ehl-i harâbattanız, mest-i elestiz.¨ diye başlayan meşhur terkîb-i bendi... Bezm-i elest olduğumuzu, insanlarla ve Bağdatlı Rûhî'yle de böyle hissedince, anlayınca, ismimi daha fazla sever oldum. Yani bu bir narsisizm değil ama isminden hoşlanmak. Rûhî tabii biraz da spiritüalizmaya, derûnîliğe kaçan bir tarafı da var. O tarafımı da severim. İnce düşünceliyimdir, ince fikirli, derûnî düşünceleri olan bir adamım. Çok bazen açık yüreklilikle, açık sözlülükle herşeyleri söylerim. Bu huyumla da iftihar ederim. Ölçülü söz söylemeye gayret ederim ama bazen ölçüyü de kaçırdığımız belki oluyodur. O bakımdan kimselerin gönlünü kırmamaya, kırdıksa da özür dilemeye âmâde olarak, böyle bir ismiyle müsemmâ adam derler ya, ismiyle müsemmâ bir adam olmaya gayret etmişimdir ömrüm boyunca. Ruh gibi olmaya, ruh güzelliklerini aramaya, ruh güzelliklerinden feyz almaya, neş'e bulmaya gayret etmişimdir. Ama bu gayretin neticesi ne olmuştur; orası Allah'a malûm.

K.B: Doğduğunuz muhitteki çevrenizden biraz bahseder misiniz?

R.A: Kurtuluş o dönemde orta halli insanların -bizim Yiğitbaş Sokak'ta- ve çeşitli, adeta imparatorluk bakiyesi çeşitli unsurların bir arada olduğu bir mahalle, bir muhitti. Kurtuluş son durakta Aya Dimitri Kilisesi vardır. Hâlâ da duruyor. Orası bir Rum, Ermenî muhitiydi. Pangaltı, Kurtuluş, Feriköy, bu muhit Rum ve Ermenî vatandaşlarımızın ve dahî Yahudi vatandaşlarımızın bolca bulunduğu bir muhit. Yani İstanbul'un Pera kısmının Hristiyan özelliğini o muhitte sezersiniz. Surp Vartanans Kilisesi vardır Ermenîlerin meşhur... Orada düğünler olur, nikâhlar olur... Onlara katılır idik, eşlerin dostların, hatırlıyorum. Aya Dimitri'de en azında kilisenin çanını duyarsınız, Noel'in geldiğini, Paskalya'nın geldiğini size hissettirecek bir sürü görüntü ve sosyal hayat değişikliğiyle kavrarsınız. Meselâ tramvaycaddesi üzerinde, lezzetini ve kokusunu bugün dahi burnumda hissettiğim ve özlediğim meşhur Nazar Pastanesi vardı ki, Paskalya zamanlarında bu Nazar Pastanesi'nin yaptığı sakızlı paskalya çöreğinin lezzeti, görüntüsü capcanlı gözlerimin önündedir. Bu üç, dört yaşımdaki manzaradır. Neden? Çünkü babam, annem, anneannem mütedeyyin insanlar olmasına rağmen, ramazanlarda oruçlar tutulmasına, iftarlar açılmasına, efendim biraz sonra değinelim, pederimin güzel sesle Kur'an okumasına; yani biz İslâmî esaslar çerçevesinde yaşayan bir Türk ailesi olmakla birlikte; bu Rum-Ermenî-Yahudi komşularımızın örfleriyle, adetleriyle, kutsal günleriyle, bizler de onların bir parçası olarak, o günlerde ve o çevrede yer alırdık. Bundan Hiçbir gocunma duyulmazdı. Hatta telezzüz edilirdi. Onlar da bizim bayramımızı, kandilimizi, Ramazanımızı kutlar; helvalar gider, kandil simitleri gider; mukabilinde paskalya çöreği gelir, kırmızı yumurta gelir, Kayseri kökenli Ermenî komşularımızdan pastırma çemeni gelir... Yılbaşında meselâ sakızlı çevirme tatlısı denilen bir tatlı... Halis İstanbul gayrimüslim tatlısıdır. Kristal su bardağı içerisinde gümüş kaşığa sarılmış, macun kıvamında beyaz bir tatlıdır. Bu ilk gidişte Rum, Ermenî evlerinde bir Hoş geldin ikramı olarak ikram edilirdi. Kaşığa sarılmıştır o. O emilir, ordan bir tad alınır, tekrar ağzınızda yumuşar, fazla macun gibi yumuşamaması için de tekrar o kristal bardakta suya konur. Soğuk suda o sertleşir, damakta tekrar yumuşar. Buna çevirme tatlısı denirdi. Yıllar sonra tekrar ben onu gördüm bir pastanede. Sanıyorum Baylan'da. Meselâ o adet kalkmıştı. Şimdilerde gene olabilir bir yerlerde. Kalkmıştı dediğim, bu Rum-Ermenî kültüründen uzaklaşma dönemimiz oldu tabiî, 6-7 Eylül hadiselerinden sonra.

K.B: Bir tek Baylan kaldı galiba günümüzde, bir gayrimüslimin işlettiği pastane...

R.A: Tabiî, tabiî. Rum asıllıdır; Burgazada Rumudur Baylan'ın sahibi. Böyle bir inanış ve davranış çevresi: Rum-Ermenî-Yahudi. Onun arasında Arnavut komşularımız olduğunu bilirim. Meselâ rahmetli Hüsniye Hanım Teyze ve onun kızı Dilber Abla... Bunlar Arnavut kökenli, müslüman. Tam Osmanlı artığı. Hüsniye Hanım'ın kocası sırtında küfeyle sokakta zerzevat satan bir Arnavut zerzevatçıydı. Gayet de güzel sesle terennüm ederek patlıcan, domates satar. Böyle pala bıyıklı, tam bir Arnavut yakışıklısı bir adamdı. O zaman yaşlıydı. Nur içinde yatsınlar. Efendim Dolapdere, Kasımpaşa'ya yakınlığımızdan dolayı kalaycısından sokak satıcısına kadar, çingenesi -şimdilerde Roman diyorlar-, daha aşağı mahalle unsurlarından böyle bir renk cümbüşü halinde giden bir çocukluk dönemi... Tabiî o zaman televizyon yok. Tek iletişim aracı radyo. Gazeteler, kitaplar, dergiler... bunlar. Annem okumayı seven bir insan idi. Küçüklük hatıramda onun sürekli kitap okuyan, roman, gazete okuyan bir figür olduğunu netlikle hatırlıyorum. Kurtuluş'tan pangaltı'ya taşındık. Orada da kezâ bu Rum-Ermenî-Yahudi çevresi eksilmedi; aynıyle devam etti. Meselâ benim çocukluk arkadaşım, Madam Berta'nın oğlu Şayo idi. Şayo'nun bir de küçük kardeşi vardı, Albert. Sağ ise benim yaşlarımda olması lazım. Şayo ile biz el ele tutuşup pazar çocuk sinemasına giderdik meselâ. Bu kadar güvenli bir yer. Sokakta oynarız. Bizden yaşça biraz daha büyük garbis ve Dikran ağabeylerimiz vardı. Onlar Ermenî komşumuzun oğulları. Ben tabiî küçük olduğum için, sevimliymişim de, Öjen Teyze derdim, Madam Öjen, üst katımızda onun ablası Madam Mari vardı. Öjen Teyze'ye yemek zamanları muntazaman abone olmuştum. Bir de kollu sandalyesi varmış büyük; ¨ıh ıh ıh!¨ diye çekerek masaya oturmak istermişim. Böyle sosyal tarafım gelişmiş herhalde. Onlardaki o hayat... İki tane genç çocuğun olması; Garbis ve Dikran. Onlarla ben küçüktüm, koyun koyuna yattığımızı bilirim. Böyle bir muhabbet ortamında büyüdük. Bu söylediğim 4-5 yaşımdaki maceram.

K.B: Babanızın Kur'an okumasından bahsetmiştiniz...

R.A: Bu yaşlarda hatırımda kalan ev sahnelerinden en önemlisi pederimin muntazaman her perşembe akşamı tilâvet ettiği Kur'an-ı Kerîm. Gayet güzel ve muhrik bir sada ile Kur'an-ı Kerîm okurdu. Makamına ve tecvîd esasına uygun olarak. Kimden meşketmişti, nerden ders almıştı bunları dahi sorup öğrenme şansım olmadı. Çünkü o zamanki gibi bir resmiyet içerisinde mümkün olamadı. Ancak o dönem tabiî etrafta fazla gürültü olmadığı için; meselâ yaz akşamlarında, pederim kendine mahsus bir tavr-ı eda ile odada yalnız, yüksek sesle Kur'an okurdu. Yani biz onu melodi olarak da dinlerdik. Eve böyle bir uhreviyet çöker; kış ise yanan çini sobada, Ramazan ise soba üzerinde demlenen pilavda ya da limonlu maydanozlu şehriye çorbasında, terbiyeli... Böyle titreşen ruh halleri. Eve rāşe rāşe, dalga dalga yayılırdı. Bunlar benim için çok hoş ilk seremonyel görüntüler. Bu tip şeylere bayılırdım. Öte taraftan annem bir sinema tutkunuydu. Sinemadaki özellikle tarihî filmlere ilgim çok fazlaydı. Meselâ Kara Şövalye, ya da şatolu, hükümdarlı, kılıçlı, kostümlü filmlere merakım bir çocuk olarak çok fazlaydı. Kara Şövalye bu manadaki unutamadığım filmlerden biridir. Böyle bende bir emperyal ruh tesis etti. Bir taraftan babamın okuduğu bu Kur'an atmosferi içerisinde, çevrede dediğim gibi bir kiliseler zinciri. Şimdilerde bakıyorum, meselâ Pangaltı'nda, Kurtuluş'ta o kadar cami yoktu. Hatta hiç yoktu. Çünkü orası bir Hristiyan muhiti gerçekten. O kiliselerin çanları, bir evlilik veya nişan olduğu zaman -hususiyle evliliklerde- kiliselerdeki o ayinler, benim kafamda böyle Hristiyan-Müslüman ritüellerinin birleştiği, o Kara Şövalye filmlerindeki kraldı, şövalyeydi filan, kılıçlar, pelerinlerin birleştiği bir hayal gücüyle bir emperyal duruş peyda olurdu bana. Küçük bir çocuk idim; böyle ağır abi diyecekleri bir tavra sahiptim. Belki ismimle de müsemma; böyle ruhanî bir halim vardı. Severdim de yani; rol yapmacasına öyle davranmayı severdim.

K.B: Öğrenciliğinizden bahsedelim biraz da. İlkokula başlamanız...

R.A: 1. ve 2. sınıfları Kurtuluş İlkokulu'nda okudum. Pangaltı'ndaki bu hayatımızın son iki yılı Kurtuluş İlkokulu'ndaki öğrenciliğim. Bana okuma yazmayı ilk öğreten, heceleten, harfleri tanıtan, ilkokul öğretmenim Nahide Karaçengel. Nurlar içinde yatsın. O zaman Mecidiyeköy'de bahçe içinde bir evde otururdu. Fevkalâde hanımefendi, topuzlu saçlı, olgun bakışlı, ileri yaşlı bir ilkokul öğretmeniydi. İlk okumayı söktüğümde yakama takılmış kırmızı kurdeleyi palto altından açıp göstererek eve girdiğim bir kurumlanış günüm vardır; onu hiç unutamam. Kapıyı çaldım, annem servis kapısını açtı -o zaman bir ana kapı, bir de servis kapısı vardı apartmanlarda, o mutfağa açılırdı. Yani ana tarafta misafiriniz varsa, misafirinizle bakkal çırağının falan muhatap olmaması için mutfaktaki servis kapısından alırdınız- muhtemelen mutfakta olduğu için. Pöti kare, yakası kahverengi kürklü bir paltom vardı; pek severdim. O paltomun düğmesini çözüp yakamdaki kırmızı kurdeleyi açıp, muzaffer bir komutan edasıyla eve girdim. Niye? İşte okumayı söktüğümüz için çalışkan çocuk olduğumuz için öğretmen tarafından kırmızı kurdeleyle taltif edilmiş olduğumuz için. Ne kadar önemli şeyler! O küçücük başarının size verdiği güven duygusu. Sonradan bakınca herkes alıyor o kurdeleyi tabiî. Ben sadece kendim almış gibi sevinirdim. Bu manâda daha ziyade okuma iştiyakımın arttığı bir ilk mektep başlangıcı addederim. Bu okuma ihtiyacı ve iştiyakının tutku haline gelmesinde o dönemki radyo neşriyatının çok büyük etkisi var. Radyoda Eflâtun Cem Güney'in sesinden Türk masalları dinler idik. Olağanüstü bir Türkçe güzelliği, olağanüstü etkileyici bir müzikaliteyle Eflâtun Cem Güney'in sesi, halâ kulaklarımdadır. Her akşam iple çekerim o masal saatini. Onu dinlerim, sonra yatağa yatılır tabiî. Ve şöyle bir talihin sahibiydim. 4. katımızda Turgut Etingü namıyla maruf, Hayat Mecmuası'nda çalışan bir ağabeyimiz vardı. Turgut Amca derdim. Karısı Bihter Hanım yakın komşumuzdu. Oğulları Korkut, Yakut ve Hayat isimli bir kızları vardı. ¨Suikastlar ve Ayaklanmalar Tarihi¨ diye de bir kitabın yazarıdır. Müdekkik, yazar. Hayat Mecmuası için röportajlar yapar, yazı dizileri hazırlar.

K.B: Aslında Hayat Mecmuası popüler bir mecmua ama o popüler mecmuayı çıkaran insanların da ne kadar entelektüel olduklarını gösteriyor o dönemde...

R.A: Tabiî tabiî... Şevket Rado'nun yönetimindeki Hayat Mecmuası'nda Turgut Etingü çok önemli bir imzaya sahipti. Bu Eflâtun Cem Güney'de dinlediğim masalların kitaplarını getirmesin mi bana?! Muntazaman... Bab-ı Alî'de çalışıyor çünkü. Bana cemîle olarak. 4 köşe, herhalde üç otuz parayaydı. Parasını pulunu sormaz, hediye olarak. Adamcağız bir getiriyor, iki getiriyor, tabiî beni alıştırdı buna. Hani civcive yem atarsınız, her sabah aynı saatte gelirler kapının önüne. Sabah yataktan fırlıyorum; daha annem filan yatakta. Pijamalarla, soğuk, kar, kış hiç farketmez, gizlice kapıyı açıyorum, 4 kat yukarı çıkıyorum, kulağımı kapıya dayayıp dinliyorum. Öünkü Turgut Amca sahab matbaaya gidecek işe. Kapıyı çalıyorum, cumartesi pazar dahil. ¨Turgut Amca bana hikâye kitabı getirdiniz mi?¨ Bir, üç, beş... Yani insan bıkmaz mı; ¨Bu da çok oldu, ne arsız şeymiş be!¨ Bir gün ne öf dediler, ne pöf dediler. Bazen unutmuş olurdu, fakat ben o kapıdan Hiçbir zaman boş dönmedim. Bazen de ben çıkmadan onlar getirirlerdi akşamdan. O kitaplar çocukluğumun ilk kütüphanesi. Şimdi radyodan Eflâtun Cem Güney'i dinledim. Yatmam lazım. Derhal yatapa giderim, yastığa otururum, elime o kitabı açarım. Aynen Eflâtun Cem Güney'in tonlamasıyla, onun sesini taklid ederek baştan sona o hikâye kitabını okumadan bana uyku durak yok. Böylece işte Karakoyun Masalı'ndan Keloğlan'lara kadar... Yani kendi masalımı kendim okurdum; bana kimse masal okumamıştır. Anneannemden tabiî ki masal dinlemişimdir. Anneciğim masal anlatmazdı, sinemayı çok sevdiği için gördüğü filmleri anlatırdı, bütün detaylarıyla.

K.B: Sürekli beslenen bir hayal gücü var...

R.A: Evet evet. Dipten dibe demek... Radyo dediğim zaman tabiî bu Türkçe'ninlezzeti, konular, entelektüel hayatın renklilikleriyle çevrelenmiş bir şey yaratıyordu. O dönemin radyocularına bakınız: Eşref Şefik meselâ güreş müsabakaları anlatıyor. Küçük yaşımda ben ne anlarım güreşten? Fakat Eşref Şefik'in telâffuzuna ve sesindeki müzikaliteye meftunum ben. Yani tiyatro oyunu gibi dinliyorum. (Eşref Şefik'in sesini taklid ederek) ¨Efendim Koca Yusuf şööööyle arkadan dolanıp adamı kündeye getirdi!¨ Meselâ o dönemin en önemli eğlence aracı Celâl Şahin. Akordeonuyla (ri-pa ri-pa pa gibi lafızlarla müziği söylüyor). Jenerik müziği bu. ¨Celâl Şahin Sesle Çizgiler programına başlıyor.¨ Orada Celâl Şahin'in yaptığı çeşitli taklidler. Azınlık taklidleri, Acem taklidi, Kürt taklidi, Göçmen taklidi... bir sürü. Bu çok önemli folklorda. Bu tip teatral etkileri de hep radyodan topluyorsunuz. Pazar sabahları Feridun Fazıl Tülbentçi'nin tarih sohbetleri. Denk geldiğinde Refik Ahmed Sevengil'in radyo sohbetleri. Baki Süha Ediboğlu'nun şiir programları. Tabiî bu arada hep şiir, güzellik vesaire yansımıyor radyodan. 60 ihtilâli oldu işte Pangaltı'ndayken. İlkokul 2. sınıftayım demek ki. Sonra Yassıada mahkemeleri başladı. Her akşam Yassıada duruşmaları radyodan verilirdi. Valide ve bilhassa pederim Demokrat Parti sempatizanıydı. Ben o zaman particilik marticilik nedir bilmem. Ama eve bir başka hüzün çöker, bir yazıklanma, bir ah vah edişle Yassıada duruşmaları dinlenirdi. Ama hiç böyle bir garîz bir tepki hissedilmezdi.

K.B: Sonradan hukuka ilgi duymanızda belki bunun bir etkisi vardır.

R.A: Muhtemelen. Yani bir haksızlık olduğu, nahoş bir durum olduğu açık seçik meydandaydı ve bundan yoğun bir üzüntü yaşanırdı evde. Ben de bunlara kulak misafiri olmuşumdur. Velhasıl-ı kelâm ben çocuk halimde sokakta pek oynayan bir tip değildim. Oynamışımdır tabiî işte Şayo'yla, kardeşiyle veya diğer çocuklarla. Oynadığımız zaman da kralcılık oynardık meselâ. Ben kral olmazdım ama; kralın başdanışmanı, vezir gibi olurdum. (Gülerek) Çocukların oyuna katılmasını temin için onlara üst rütbe verirdim. Bu bir oyun kurgulama tarzımdı benim. Ben eğer kral rolünü üstlenseydim oynamayabileceklerini tahmin ederdim, onlara cazip gelecek bir nevî bir rol rüşveti.
K.B: Yönetmen sizsiniz, başrolü bir başkasına veriyorsunuz.
R.A: Aynen öyle. Orada okadar telezzüz ederdim ki. Çünkü oyunu ben kurgulardım. Buradan sen geliceksin, sen şunu söyleyeceksin, sen yere kadar diz çöküp selâm vereceksin, sen de onun omuzuna kılıçla dokunacaksın filân. Böyle kendi içimizde çocuk tiyatrosu gibi oynardık. Bu meyanda tabiî müziğin de hayatıma güzel bir estetik boyut olarak girdiğini çok açık ve seçik olarak gördüm. Kurtuluş İlkokulu'nda 1. ve 2. sınıflarda okulumuzun müzik öğretmeni rahmetli Münir Ceyhan'dı. Münir Ceyhan kendisi de besteci olan ve iyi bir çocuk müziği pedagogu olan bir eğitmendi. İstanbul Radyosu'na Kurtuluş İlkokulu yakın olduğu için; hatırlarım, yağmurlu bir günde, ben o koroda değildim ama yüksek sınıflardan güzel sesli çocukları Münir Ceyhan hoca -büyük kocaman bir şemsiyesi vardı; kendisi de müheykel, hafif göbekli bir insandı- marşlar, şarkılar söyleyerek okuldan radyoya giderler, radyodan okula gelirler. Ben bu manzaraya tanık oldum. Radyoda da Kurtuluş İlkokulu Çocuk Korosu Münir Ceyhan yönetiminde program yapıyor. Çocuk saati vardı pazar günleri. Onları takip ediyordum.

(Şarkı söylemeye başlar)
Akşam üstü Gülseven, Gülseven
Dönüyordu bahçeden, bahçeden
Gül toplarken ah birden, ah birden
Eline batmış diken, bir diken.
Gülsevenim ............. (hatırlamadığından nağmesini mırıldanarak) nasıl ağlar
Gözyaşları şırıl şırıl kalbimi dağlar
Gel kardeşim vazgeç artık sen ağlamaktan
(Yine nağmesini mırıldanarak)....... güzelsin inan... hey!
Böyle bir nevi fokstrot, alafranga tarzında, fakat gönlümüzü okşayan çocuk şarkılarıydı. Ya da
Türkmen kızı, Türkmen kızı
Sen allar giy ben kırmızı
gibi böyle ritmik şeyler. Bu tip sonbahar şarkısı, yurt şarkıları...
En güzel kuş benim yurdumda öter
En güzel gül benim yurdumda açar
Tatlı rüzgâr benim yurdumda eser...

Böyle şarkılar. Bunlar Münir Ceyhan'ın besteleri. O zaman bunları ben deli gibi ezberlerdim. Okulda da bunları söylerdik.

K.B: Bu sizin için bir şans olmuş...

R.A: Farkında olmadan bir repertuar edindim. Şarkıların arkasında söz efektleri de vardı. Bunlar da bana çıldırtıcı şeyler gibi gelirdi. Münir Ceyhan bunları kendi başına, bir nesle yudum yudum aktarmış çok değerli bir müzik öğretmeni oldu. Ben bu zevk ve neşeyi alarak ikinci sınıfı tamamladım. O yıl sosyal hayatımızdaki değişimin icābātından olarak anneannemin Fatih Atikali'deki evine nakl-i mekân eylememiz kararlaştırıldı. Şimdi Hristiyan, levanten bir muhitten gelenekçi, mütedeyyin müslüman mahallesine bir göçediş oldu. Yedi yaşındayım. Kurtuluş İlkokulu'ndan Çarşamba Yavuz Selim İlkokulu'na, Şişli Bozkurt Mahallesi'nden Fatih Derviş Ali Mahallesi'ne, Eşref Efendi Sokağı'ndan Dilmaç Sokağı'na. Çocukluk zamanında bu bir rütbe düşmesi gibi tahayyül ediliyor. Fakat ilerleyen yaşlarımda nasıl geçmiş entellektüel birikimin hüküm ferman aldığı bir muhit olduğunu anladım. Anneannem söylediği zaman şaka yapıyor zannederdim."Ah evladım, buralar bir zamanlar İstanbul'un en ekâbirinin oturduğu semtlerdi, en üst düzeyin yaşadığı semtlerdi." Hakikaten doğru imiş. Sonrasında Draman semtinin Osmanlı saraylarında tercümanlık yapan dragomanlardan geldiğini öğrendim. Oturduğumuz sokak Dilmaç sokak. Dille ilgili, ''dilimi aç''dan halkın ürettiği bir ad. Sokak adlarından tercümanların oturduğu bir semt olduğu anlaşılıyor. Fethiye, Draman, Salmatomruk, Karagümrük, Atikali ve böyle semt-sokak isimlerinden başlayarak hem arkaik hem de tarihî bir dekorla kendinizi çevrili buluyorsunuz. Anneannemin eski ahşap evini babam müteahhitlik marifetiyle o dönemde makbul olan kârgir eve dönüştürüp onun en üst katından baktığımız zaman Edirnekapı'da Tekfur Sarayı'nı, Mihrimāh Sultan Camii'ni, biraz daha aşağıya baktığınız zaman Kāriye Camii'ni görüyorsunuz. Bütün bunları balkonumuzdan görüyorduk.

K.B: Suriçi ayağınızın altında...

R.A: Hemen evin yanında Derviş Ali Tekke Camii. Rahmetli anneannemin deyişiyle "Himmeti hāzıl olsun. Evimizin uğurudur." Ama orada Derviş Ali diye bir zat yaşamış mıdır, ne zamandır? Muhtemelen fetih zamanına ait menkıbelerden bir tanesidir. Ancak küfeki taşından, sekizgen minaresi olan, minaresinin tepesinde -Kādirî olması muhtemel- bir derviş tācı olan çok ilginç bir cami. Her camide sarı alem varken bu caminin tepesinde tac vardı. Son gittiğimde yerinde yeller esiyordu. Ruhum sızladı. Çevre de değişiyor, insanlar o kültüre yabancılaşıyor. Ne sanat tarihçileri, ne vakıflar, kimse o tācın bir daha yerine konmasını umursamamıştır. Böyle bir çevre değişikliği oldu. Hani otomatik çamaşır makinaları aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı gelir. Bende de böyle bir şey oldu. Kurtuluş İlkokulu'ndan üçüncü sınıfa nakil aldığımızı, Nāhide Hanım'ın sınıfından Nāciye İlhan Hoca'nın sınıfına gidişimizi hatırlıyorum. Bir yabancı gibi etrafıma bakınıyorum, çünkü ilkokulda sıra arkadaşım Jilda idi, buraya geldik Ayşe, Fatma oldu. Bunlar çocukluk, bir çevre değişimi. O zaman pedagog medagog da yok. Aman çocuğumuz travmaya girdi diyemiyorsunuz. Çok şükür, alışıyorsunuz. İsimler çok ilginç gelmişti bana: Nevāl, Ferbāl, Merzuka. Merzuka'nın da Boşnak veya Makedon kökenli olduğunu öğrendim. Arnavut görmüştüm ama demek ki Müslüman Boşnak kesimi buraya yönlendirilmiş. Her iki hocadan da çok temel şeyler öğrendim. Meselâ Nāciye İlhan hoca -öldüyse Allah rahmet eylesin- güzel yazı için elinden geleni yapardı. Bu konularda hiç ehemmiyet verilmiyor artık. Defter nizāmı, yazı nizāmı, intizāmı, ödev hazırlama konularında fevkalâde disiplinli bir insandı. Grup çalışmaları, kitap okumaları... Zaten kitabı seven eden biriyim. Müzik dersi geldiğinde kadıncağız "hadi bakalım sen bize bildiğin şarkılardan söyle" deme gafletinde bulundu. İşte ben orada aldım sazı ele. Dağlar, sonbahar, Atatürk şarkıları... Ben bunları bülbül gibi şakıyınca Nāciye hoca ''Ne kadar güzel; nereden?'' diye sordu. ''Ben bunları Münir Ceyhan öğretmenimizden öğrendim'' dedim. Ben ilk sınıf kantoru olarak şöhret-şiār oldum. Sonra hatırlıyorum, aynı yıl bir müffettiş geldi. Müzik dersi itibariyle de Nāciye hoca benim Kurtuluş İlkokulun'dan geldiğimi, çok güzel şarkılar bildiğimi, sesimin güzel olduğunu söyledi. Ben de ayağa kalktım. Müfettiş bana ''Nasıl öğrendin evlâdım'' diye sorunca ''Efendim Münir Ceyhan benim müzik öğretmenimdi.'' Müfettiş ''Münir Ceyhan benim yakın dostumdur, ister misiniz onu buraya getireyim?'' dedi. Hakikaten de Müfettiş sözünü tuttu ve bir gün Münir Ceyhan'ı getirdi. Tabiî benim onunla tekrar görüşme ve konuşma şansım olmadı çünkü bütün öğrenciler bir araya toplandı. Benim de hocayı son görme fırsatım orada oldu. Müzik ders kitaplarını tanıttı, konuşma yaptı, bir iki şarkı söylendi. Münir Ceyhan okula gelmiş oldu. Onun bazı eserlerinden bende hālâ var. Sonrasında ben bir sınıf korosu oluşturdum. Neden? Bildiğim şarkıları sözleri ve müziğiyle onlara meşk etmiştim. Gökay Tektuna var, arkadaşım, geçenlerde görüştük. Okulda şöhret kazandı bu koro. Kapı çalınır "Öğretmenim Hatice Öğretmen sizin öğrencinizi istiyor". Biz çıkar o sınıfa gideriz. Kevser Hanım ister oraya gideriz. O dönem millî eğitim politikaları itibariyle okulda bir mandolin kursu açıldı. Ben de o kursa yazıldım. Fakat bundan önce anlatmam gereken Fatih'e gelmeden önce anneannemin bu eski evinin yapılması sırasında, yani 6 yaşımda, annem benim elimden tutar, aşağı yukarı her gün Pangaltı'dan Atikali'deki inşaata giderdik; çünkü pederim rahatsız idi; annem ona perhiz yemeği götürürdü. O sırada ben inşaat alanında yaz sıcağında sıkılmayayım diye annem endişelenirken mahallede bazı çocuklar görmüş ve onlara nereye gittiklerini sormuş. Çocuklar camiye Kur'ān tālimine gittiklerini söyleyince gitmiş camiin imamı Dursun Efendi'yle görüşmüş. Dursun Efendi'yle biz kendimizi birden elifbā cüzünün başında bulduk. Annem bana hemen bir elifbā tedārik etti. Kurtuluş ilkokulunda okuyordum henüz. Müslüman mahallesiyle ilk temasım damardan, fundamentalist bir şekilde oldu. Bu benim çok hoşuma gitti. Ben artık yanık hāfızlar gibi sağa sola sallana sallana okuyorum. Bir iki kere de Dursun Efendi’nin sivil polis, irticā falan diye tākibāta uğradığını biliyorum. Bir süre derslerin kesildiğini hatırlarım. Velhāsıl o derslerin devāūmı üzerine ben bi iznillahi teālâ Kur’ān okumayı öğrendim. Aşağı yukarı lâtin harfleriyle aynı döneme gelecek biçimde öğrendim. O grup dağıldı ama ben her gün muntazaman öğle veya ikindi namazından sonra Dursun Efendi'nin cami avlusundaki lojmanına Kur’ān yanımda, abdest almış gidiyorum. Küçücük bir ev. Her gün bir sayfa iki sayfa çekerek ben Kur’ān'ı hatmedeyim mi?! Hatim duası yapmak gerek. Allaaah! Anneannemde bir sevinç, annemde bir sevinç. Pederde gurur “Evlâdım Kur'ān öğrendi” diye. Efendim ben o ufak velet; birinci sınıfı bitirdim ikiye geçeceğim. Bana anneannem tarafından tam eski usûlde, saray usūlünde bir hatim cemiyeti tertib edildi. Ne demek bu? İpek mongol gömlekler, kenarları, kol ağızları, yaka ağızları vişne çürüğü ipek iplikle kanaviçe işlendi. Atlasdan cürf keseleri yapıldı. Onlar inci boncukla menkūş biçimde işlendi. Kapalıçarşıdan başlık kaldırıldı. Başlık kaldırmak, sıra altınla bezenmiş atlas başlık takılması. Ben tam İbnürrefik Ahmed Nūri Sekizinci'nin veya Musāhipzāde Celâl’in piyeslerindeki şeyh-i molla tipinde bir adam. Üzeri altınlı başlıklar, atlas bilmemneler falan; Eyüp Sultan'a bereket duāsına, niyāz duāsına, bütün mahalle arabalarla gidiliyor; evde içli pilavla tavuklu pilavla zerdeler pişiyor. Geride de anneannem eski stil, elemanlarını çalıştırıyor. Sen git şunu şurdan al falan... Böyle dominant...

K.B: Müthiş hākimmiş.

R.A: Müthiş hākim. Bir ümmî-yi ārifdi. Hiç gözü görmezdi anneanneciğimin ama çok duyarlı, çok zeki bir kadındı. Herşeyi kontrol etme yetisine sahip, otoriter. Zengin bir insan değil ancak yaptırım gücü var. Bir rüyā alemi, saltanatlı bir çocukluk hissiyle ben... Hāfız Efendi'ye ayrı bohçalar, Dursun Efendi'ye ayrı bohçalar. Hāfız Abdullah’la Hasan Hoca Efendi...

K.B: Hasan Akkuş?

R.A: Hasan Akkuş daha sonra. Bu genç iki hāfız; Draman camiinden, Derviş Ali imamı Dursun Efendi, Müezzin Ömer Efendi. Ayrı ayrı bohçalar, gömlek, çorap neyse. Benim üstüne oturacağım minder bir gün önceden mihrāba gitti. Ertesi gün ikindi namazından sonra, kadınlar erkekler, ailenin gidenleri gelenleri doldu mu camiye? Ben de gittim mindere oturdum. İşāret verildi, ben başladım okumaya. Eūzü besmele; āmenerrasūlü okudum. Sadakallāhulāzîm; māşallahlar, āferin nidālarıyla kabul-ü niyāz, kabul-ü duā. Hocaefendinin, diğer hocaların elini öptük. Tam bir Kur'ān meclisi yani. Mahalle mektebinden şehādetnāme alıyor gibi. Mahalle mektebleri kaldırılmış, biz Cumhuriyet'te bilmemnerelere gelmişiz, hiç kimsenin umrunda değil. Tabii o yaşta ben āile içinde temāyüz ettim, bir fāikıyyetim oldu. Sonra anneciğimin delâletiyle yine, sādece Kur'ān-ı Kerîm değil, eski Türkçe okumam gerektiğine de ikna olunmuş. Muhtemelen tecvîd alınacak. Kur’ān-ı Kerîm öğreniyorum ama Karabaş tecvîd alınacak. Bu bana bir vazîfe-i mukaddese. Ben zikir hâlinde ''Anne tecvid, anne tecvid...'' ''Oğlum gideceğiz; dur!'' ''Anne tecvid, anne tecvid...'' Yāni bıktırıncaya kadar. Bende de böyle bir şey var. Bir an evvel ne söylendi o olacak, ben o bilgisizliği aşacağım. Sahaflara gittiğimizde tecvîd arıyoruz. Oradaki sahaflardan birisi ''Eski Türkçe okuması lâzım'' deyince oradan bir de Çalıkuşu romanıyla döndük Reşat Nūri'nin; eski Türkçe. Bakıyorum bunda hareke yok, bir şey yok, okuyabilene aşkolsun! Pangaltı'nda oturuyoruz, kapıcı Arif efendi vardı. Mütedeyyin bir zat. Annemin aklına geldi, ''Arif Efendi, sen eski Türkçe bilir misin?''. ''Bilirim abla.'' Haftada mı 2,5 lira, her akşam mı hatırlamıyorum. Ama 2,5 lira iyi paraydı o zaman. Arif Efendi gelir. Salonda yanımda oturur; hiç bana hani bu budur şu şudur diye göstermez. Artık bilir miydi bilmez miydi, okur muydu okumaz mıydı Allah'a malûm. Ben elifi vava çarpa çarpa Arif Efendi nezaretinde Çalıkuşu romanını bitirdim mi?! Her gece bir sayfa okumak şartıyla. Annemdeki ināda, sabra bak, Arif Efendi'deki sabra bak, bendeki iştiyāka ve sabra bak! Şimdi tabiî buradan geriye dönüp baktığımda bu tip kültürel mes'eleleri çocuklara vermek için... Ne kadar ne kayıtlar çerçevesinde ben çalışmışım. Meselâ babam biliyor mu? Babam öyle yol gösteren falan bir adam değildir; işinde gücünde; o çıkıp gider yani. Annem uğraşıyor, bilebildiği, becerebildiği kadarıyla. E kimi buluyor? Kapıcı Arif Efendi, imam Dursun Efendi... Bütün bunlara rağmen talebenā vecedenā diyerek yollara düştük. Sonra hıfza devām etmem kararlaştırıldı. O zaman Fatih’e geçmiştik artık. Annem bir gün tesādüfen galibā; Vefa Bozacısı'nda mı, Nuruosmaniye Camii'nde mi... Çünkü benim bir de ramazanlarda, kadir gecelerinde cami krizlerim tutardı. Kur'ān okuyorum ya artık ben! Tutmayın beni yā Rabb-el Âlemîn! Damda okuyorum, kömürlükte okuyorum, apartman boşluğunda, sayhamın yettiği ve yankılandığı her yerde Kur'ān okuyorum. Aynı zamanda mandolin de çalıyorum. Ben tuvalete mandolinle metodla giriyorum. Mandolin bitiyor ''Eūzü billahi mineş şeytanir racim'' diye başlıyorum. ''Oğlum günah yapma!'' Merdiven sahanlığında oturuyorum, mandolini çalıyorum. Mandolin bitiyor ''Eūzü billa...'' Bir yandan da okul dersleri falan. Kendi kendime böyle bir çocukluk. Sokakta oynamayı şiddetle reddediyorum çünkü çocuklar küfrediyor sokakta.

K.B: Tabii Pangaltı çevresinden buraya gelmek de bir soyutlanma yaratmış olabilir.

R.A: Tabii sokak orada parke taşıydı burada arnavut kaldırımı. Orada dizi apartmanlarda çocuklar vardı, burada sokak çocukları. Kalite veya seviye düşüktü kendimce. ''Oğlum çıksana'' diyorlar; ''Hayır, küfür ediyorlar, istemem'' diyorum. Ben Kur'ān okuyorum, mandolin çalıyorum. Bu arada annem kendine göre iyi bir roman okuyucusu. Kendine göre edebiyat köşesi, kitaplığı, kütüp var. Her gün eve gazete geliyor. Her hafta belli dergiler geliyor. Doğan Kardeş, Ses Mecmuası, Hayat Mecmuası, Hayvanlar Ansiklopedisi, Tarih Dünyası... ne çıkıyorsa. Eve sürekli bir neşriyat akışı var. Hayat Tarih mecmuası. Hayat Mecmuası muntazaman geliyor ve Hayat Mecmuasının orta sayfasında dönemin empresyonist, klasik, modern ressamların tablolarının örnekleri veriliyor. Bütün orta sayfalar tarafımdan biriktiriliyor. Van Gogh, Rénoir, Matisse, Paul Cézanne... Ben ufacık yaşta bunların isimlerini biliyorum, tablolarını biliyorum. Urbinolu Venüs Tiziano'nun, Bellini'nin Fatih'i, natür mortu, Delacroix'nın, Goya'nın bilmem nesi... Bende müthiş bir resim merakı başladı. Kurtuluş ilkokulunda güzel çizgisi olduğuna kanaat getirdiğim Dilek diye bir arkadaşımız vardı. Dilek'in resimleri pek güzeldi. Ben de Dilek gibi çizmeye başladım. Ve resim! Orada Dilek çiziyor, benim de güzel çizmem lazım. Ve fil marka resim kağıdı. Faber 2B, HB kalem, yumuşak silgi. ''Anne resim defteri! Anne kalem! Anne boya.'' Kadıncağız hiç gık demeden yerine getiriyor. Ben mandolin, Kur’ān kıraati ve resim arasında... Çiziyorum, onları kopya ediyorum, sinir oluyorum. Kumaşları nasıl yapıyorlar, yaprakları nasıl yapıyorlar? Çıldırıyorum; ben yapıyorum olmuyor. Velhasıl-ı kelâm böyle 10 yaşına kadar böyle bir ev akademisi biçiminde, anneciğimin ve anneannemin büyük destekleriyle yürüyen bir hayat. 3. Sınıfı bitirdim 4. sınıfta muhtemelen. Mandolin hocası ayrıldı okuldan. Ben bitirdim mi? Hayır. Ben evine gideceğim adamın. Adam bulundu, biz hocaya gidiyoruz. Serdar adlı bir arkadaş vardı, ikimiz. Hocaya özel ders saati ücreti verip evine gidip çalışıyoruz. Ben 1. metodu bitirdim, 2. metoda geçtim. Bir gün hoca anneme şöyle bir not yazdı: Hanımefendi, oğlunuzdaki müzik istidadı dikkate değerdir. Kendisinin eğitimine itina gösterilmesini rica ediyorum. Onu diyene kadar desene bakın şurada bir konservatuar var, alın bu çocuğu oraya götürün diye. Ne bilsin annem? Evet okuyor mokuyor ama televizyon yok bir şey yok.

K.B: Çevre de etkili herhalde.

R.A:Tabii çevre tabii. Annem de Harvard mezunu bir kadın değil ki. Olabildiği kadarıyla bunu yapıyor. Hocası oğlumuzu takdir etmiş bak babası bak anneannesi. Bunun devamı nedir, nereye götürmeli? Telefon yok ki, hocaya sorasın ''Hoca efendi, böyle yazmışsınız ama ne yapalım?..'' Hoca sonunda dediki ben ders veremeyeceğim. Ders orada kesildi. Hoca yok. Biz devam edeceğiz; bizde yarım bırakmak diye bir şey yok. Annemde de yoktu bende de. Bu arayış içinde tesadüfen bir gün Atikali'den Yavuz Selim’e doğru yürürken sağ tarafta bir plâk ve müzik dükkanı. İçeri girdik. Tezelli müzik mağazası. İsmail Tezelli'yi anneannem eskiden tanırmış. Turan Tezelli tezgâhta. Tabiî o zaman gençti. Mandolin hocası arıyoruz dedik. Sen verir misin? ''Ben veririm tabiî'' dedi. Ama ben o sırada başka bir tabloyla meşgulüm. Kānunlar asılı dükkânın içinde.
...

Özer Özel: Otuz beş yaşındayken tahammül sınırlarınız daha geniş tabiî.

R.A: Yok, şimdi daha tahammüllüyüm.

Ö.Ö: Şu benim öğrencimdir dediğiniz bir kişi var mı?

R.A: Ben “bu benim öğrencimdir” demem. Onlar “Biz Rūhî Bey’den şunları öğrenmişizdir, kendimizi onun öğrencisi sayarız” derlerse olur.

Ö.Ö: İçlerinden “O benim öğrencimdi, şöyle yaptı” dediğiniz biri var mı? Kānūn veya genel anlamda müzik konusunda soruyorum.

R.A: O mānâda çok öğrencim var. Eksik olmasınlar kendileri zaman zaman söylüyorlar. Mesela benim dört başı mâmur tek öğrencim Esrā (Berkman) son dönemlerde. İkinci dört başı mâmur öğrencim İhsan Özer.

Esrā benimle başladı. Tabiî İhsan da benimle başladı ama ondan iki buçuk yıl sonra ben askere gitmek zorunda kaldım ve ara vermiş olduk. Dolayısıyla İhsan’ı ben mezun edemedim.

K.B: Yāni başından sonuna kadar birlikte olduğunuz tek kişi Esrā.

R.A: Sāfinâz (Rizeli) da o yönden benim öğrencim sayılabilir. Kānūna başlamalarında, yollarını çizmelerinde ilk başlarda çok etkili oldum ama sonrası birlikte gelmedi. Şimdi bilfiil ders verdiğim öğrencilerim var bir de orkestra, koro çalışmaları nedeniyle öğrencim olmuş olanlar var.
...

R.A: İlkokulda çizdiğim tablo etrafında resim, edebiyāt, şiir, Osmanlıca, tarih gibi şeyler kanallar halinde akıyor. Tiyatroya giderim tiyatroya merak, ona giderim ona merak… Öyle bir artistik çıkış arayışım var. Güzel ses her zaman beni teshir ediyor, etti. O dönemde bile ibtizâle hiçbir zaman meyletmedim. Açık olarak söyleyebilirim. Ucuz olana, popüler olana, ibtizâl arz eden hiçbir şeye meyletmedim. Estetik kavram gelişti bir şekilde.

K.B: Kusura bakmayın, lâfınızı böldüm ama ufak yaşta Kur'ān tilâvetini doğru ağızdan almak da bir zevk kazandırıyor gāliba insana. Bunu bu şekilde almış olan çoğu kişide o zevk hissedilebiliyor.

R.A: Kesinlikle öyle. Benim öğrenmem şu şekilde olmuştur: Kim nereden bir şeyi yaptıysa ve güzelse ben onu almışımdır ve hocam addetmişimdir. Babamın da beni farkında olmadan eğitmesi o şekilde olmuştur. Aşırıya kaçmadan doğru bir üslûp ile Kur'ān tilâvet edilmesi. Sonra onu Hāfız Hasan Akkuş’ta gördüm ama ona az devam edebildim. Hoca yaşlıydı. Büyük hocaydı ve haftada bir bizi dinleyebiliyordu. Diğer günlerde öğrencisi olan diğer bir hoca dinlerdi. Hıfza başladığımda birkaç cüz sonra bırakmak zorunda kaldım. Bilirsiniz hıfz cüzlerin sonundan başa doğru gider. Ben hıfzımı tamamlayamadım. Keşke tamamlayabilseydim ama olmadı. Tabiî, sūretinden okudum Kur’ān-ı Kerîm’i.


Ö.Ö: Çocukluğunuzda "İşte bu Rūhî Ayangil’in dönüm noktasıdır!" dediğiniz bir olay var mı?

R.A: Olmadı aslında ama kānūna meyletmemi dönüm noktası sayabiliriz. Mandolin kursu bitince mandolin hocası aramaya başladık. Israrla mandolin çalacağım diyordum. Deliler gibi çalıyordum. Birinci metodu bitirdim, ikinci metodu bitirdim ama mandolinin kültürel hayātımızdaki yeri neresidir deseniz, ne annemin ne benim verecek cevabımız olmaz. Meşgul oluyorum yalnızca. O arada hoca aranırken Atikali’de Tezelli Plâk Evi’ne gittik. Turhan Tezelli, İsmāil Tezelli’nin oğlu imiş, kulakları çınlasın. Meğer anneannem eskiden tanırmış onları. İsmāil amca kendini emekliye ayırmış, Edirnekapı’daki evinde dinlenir, arada sırada gelirmiş. Onun yerine Turhan Tezelli orada duruyor. Dükkâna girdik biz mandolin dersi olur mu olmaz mı diyerekten. Sıra sıra asılmış kānūnları gördüm o sırada. Kānūn ile ilk defā orada tanıştım. Annem orada konuşuyor, ben kānūnların peşinde dolanıyorum. Karagümrük’te Sādık Usta’nın kānūnlarıymış, Allah rahmet eylesin. Onlar o zaman pahalıydı. Ben bu sefer kānūn çalacağım diye tutturdum. Neyi görsem ney isteyeceğim. Tanburu görsem tanbur isteyeceğim. Anlatabiliyor muyum? Tesādüfî dediğim şeyler bunlar. Annem “Babana bir soralım” dedi ama ben tutturdum kānūn da kānūn diye. “Anne kānūn… Anne kānūn… Anne kānūn…” Hep böyle. Eve gelince pedere sormuşlar, o da "Ailede mācuncu istemiyorum" diyerek îtirāz etmiş.

Ö.Ö: Bir önyargı var demek ki.

R.A: Var tabiî. Babamda böyle bir önyargı var. Çalgıcı, mācuncu, kānūncu… Piyanonun miyanonun falan farkında değil zaten. Babam gençliğinde Erzincan’dan çıkmış, İstanbul’a gelmiş. Kendince para kazanmış filân. Meclisārā bir insandı.

Özgür Altun: Mandoline bir şey demiyor muydu?
RuhiAyangil%201964.jpg

R.A: Yok. O öylesine çocukça, oyuncak gibi bir şey diye düşünüyordu. Belki de bunun için ciddî bir para çıkacağını mı düşünüyordu, her neyse, pederin bu îtirāzına karşı anneanne, kayınvālide celâletiyle “Sen yapmazsan ben yaparım” diyerek, yüzelli lirayı çıkartarak “Git kızım al o kānūnu çocuğa” diyerek annemi yolladı. Yüksek para tabiî. Sādık Usta kānūnlarından değil de muhtemelen Hasköylü veya Uzunyan Artin yapımı eski bir kānūn. Mandalları seyrekti ama o kānūnu derleyip toplayıp bana verdi Turhan Tezelli. Kānūnun kılıfı da yok. Ben yolda arp çalar gibi eve geldim. Gece kalkıp kānūnu öpüyorum filân. Hattā hatırlıyorum yüksükler sarıydı, mızrapları da selüloitti tarak gibi. Dersi de ben veririm demiş Turhan Tezelli. Tabiî o da doğru bir hoca olmadı o zaman. Sonradan gördüm bunu. Onun için Rukiye Abla’nın oğluydum sadece. Dükkâna gidiyordum ders için. O dönemde de meşhur olan kırkbeşlik plâklar çıkmıştı. Yüksel Özkasap diye bir kadının plâkları meşhurdu. Bir de Sevim Şengül ve Suat Sayın’ın plâkları meşhurdu. Ders yapıyoruz mesela pat birisi geliyor “Suat Sayın’ın bilmem nesi var mı?”. Haydaa! Ona plâklar dinletiliyor. O müzikler ise bana hiçbir şey ifāde etmiyor. En çok hoşuma giden, ilk dükkânında vardı, Arşak fasıllarından Sūzinâk faslı ve Acemaşîrān faslıydı. İlk aldığım notalar onlardır. O fasıl notalarından Tatyos’un Sūzinâk peşrevi ile kānūn meşkine başladım ama nasıl başladım? Mekanik, yalnızca nota ile… Bu bir müzik gibi gelmiyor bana. Ra da da da da da ri di di di… Ondan sonra bir de Sūzinâk sirto… Yine sadece nota… Bu yeknesak şey ve hiçbir anhāsını minhāsını öğretmeden, böyle bir şey içerisinde gidiyorum geliyorum. Bir süre sonra anneme “Bu ilerliyor şimdi ona yeni kānūn almak lazım” dedi. Sadık Usta’nın bir kānūnu vardı ki o zamanın parasıyla binyüz liraydı. Ben başladım yine “Anne yeni kānūn… Anne yeni kānūn… Anne yeni kānūn…”. Kadıncağızda para yok. Babadan da isteyemiyor. Nur içinde yatsın; bir gün sen evdeki bütün gümüşlerini toplayıp, çerçeve merçeve ne varsa götür çarşıda sat ve kānūnu bana al! Büyük fedākârlık. Aldı aldı ama bu sefer Turhan Tezelli’nin işi çıktı filân; dersler yürümemeye başladı. Ben geceleri kalkıp kānūnu öpen çocuk, kānūnu bir köşeye bırakıp kendimi resme verdim. Çiz Allah çiz, boya Allah boya… Müzikten tatmin edilemeyen yanımı resme verdim. Resim hocası da yok tabiî. Hayat Mecmuāsı’nın orta sayfasındaki reprodüksiyonları… Natürmort çiziyorum, evdeki vazoyu koyuyorum, etrafına bir şeyler atıyorum filân. Şövaleler aldım, fırçalar aldım… Kendi kendime çalışıyorum. Buluğ çağına girerken anneme “Çıplak kadın çizmek ayıp mıdır, günah mıdır?” diye sordum. O da “Öyle şey olur mu?! San’atta ayıp olmaz” dedi. Ben de koydum Tiziano’nun Venüs’ünü, onu çiziyorum. O arada orta mektep başladı; ben böyle acayip biriyim biraz... Karagümrük Orta Mektebi’ne gidiyorum. Şimdi geri dönüp bakınca onlar da efendi çocuklar tabiî ama ben o dönem onların arasında uzaylı gibi kalıyorum. Sessiz, sākin…

Ö.Ö: Cerrāhî Tekkesi de orada. Gidiyor muydunuz?

R.A: Orada tabiî ama öyle bir durumum yoktu. Dediğim gibi cemaat ruhundan ayrı, münferit yaşıyorum.

Ö.A: Kur'ān devām ediyor mu?

R.A: Tabiî, her şey devām ediyor. Namazlar, niyazlar, zikirler, tesbihler… Ramazan otuz gün ben imamlık ediyorum evde, cemaate namaz kıldırıyorum. Sabah namazlarında ezan okuyorum… Bildiğiniz gibi değil.
Bu arada radyoda her pazar muntazaman konservatuvar icrā heyeti konserlerinin naklen yayınını dinliyorum. Radyonun içine kadar girerdim. Anons ederleri “Saz heyeti yerini aldı. Koro yerini aldı. Şimdi şef Münir Nurettin’i bekliyoruz” veya ”şef Kemal Gürses sahneye ilerliyor” filân. Bütün detaylarıyla naklen radyodan icrā heyeti konserleri yayınlanıyordu. O eserleri dinliyordum. Klasik āsār… Bana çok tesir ediyordu o eserler.
Sonra annem makinede çok güzel nakışlar işlerdi. Singer’de Yahudî bir mösyö çok güzel motifler çizer, annem de tablo gibi çeşitli ipliklerle onları işlerdi. Ben de onu takip ederdim nasıl yapıyor nasıl ediyor diye. Annem evde yokken de kendi kendime açardım makineyi, motifler çizip onları işlerdim. Gergef nasıl işlenir, kanaviçe nasıl yapılır çok iyi bilirim. Bunları da yapıyordum.
Bunlardan başka Karagöz de oynatırdım. Küçükken Gülhāne Parkı’na gidilir Karagöz seyredilirdi. Ben de evde kendi kendime Karagöz tasvirleri çizdim. Sandığa tülbentler gerip Karagöz, İbiş, Hacîvat, bunları yaptım ve muhavereler uyduruyorum kendi kendime. O zaman Hayālî Küçük Ali’yi dinliyorduk radyoda. Dönemin en usta Karagöz oynatıcısı oydu. Mahalledeki çocukları apartmanın boşluğuna toplar, Karagöz seansları yapardım.

K.B: İçerden dışarıya doğru sürekli taşan bir sanatsal faāliyette bulunma arzusu var sanırım.

R.A: Allah ne verdiyse var işte. Resim, müzik, edebiyāt...

Ö.Ö: Şiir var mı?

R.A: Yok, hayır. O dönem şiirle karşılaşmamıştım. Şiir ile üniversite sıralarında karşılaştım.
Orta mektepte çocuklardan bazıları rahatsız ediyordu beni. Bir gün çamura düşürdüler. Çantamı atmalar, sataşmalar filân. Tabiî ben küfür etmiyorum, efendimsiz konuşmuyorum... Allah rahmet eylesin, Türkçe hocamız Selma Hanım vardı. Annem bir gün kızdı; evde ne kadar eski kitap var topladı, kendisine gidip "Hocam, bu çocuk bunları, Osmanlıca kitapları okuyor ediyor. Göz kulak olun buna. Yoksa telef olacak. Gözünü burnunu dağıtıp kanatacaklar." dedi. Baktılar ki ben de kendi halimde bir meczūbum, o günden sonra dokunmaz oldular.
Sonra Vefā Lisesi dönemi başladı. Hep iftiharla geçiyorum. Hālâ efendi adamım. Edebiyāt ödevi verirler, ben Beyazıt Devlet Kütüphānesi’ne gider araştırırım. Yok Lâle Devri edebiyātı yok dîvān edebiyātı… Böyle cılkını çıkartana kadar yapıyorum her şeyi. Lise 1’deyken annem bir gün “Sen deli gibi kānūnları aldırttın ettin ama hiç görmüyorum çaldığını. Çıkart bakayım. Çal onu!” dedi. Tabiî, ben bırakmışım kānūnu. Akort yok bir şey yok. Çevre ve hoca da yok ki devām edeyim. Ondan sonra kadıncağız bana çıkarttırdı ki ben o Sūzinâk peşrevini bile çalamaz hāle gelmişim. Tıngırı mıngırı çıngırı fıngırı yok. “Sana hoca bulmak lâzım” dedi. Ne yapacağız filân diye düşünürken “Radyoevine gidelim” dedi. Sazı alıp radyoevine gittik.

Rukiye%20Ruru%C5%9F.jpg

Ö.Ö: Nurlar içinde yatsın, anneniz epey önemli bir rol üstlenmiş hayatınızda.

R.A: Evet, ne olduysam onun sāyesinde oldum. Allah rahmet eylesin. Dāimā hayır duā ederim. Arada bir sürü şeyler de oluyor, bunları özet geçiyorum. Çok olumsuzluklar da yaşanan bir ev oldu ama tabiî o bize bu olumsuzlukları hissettirmemek için elinden geleni yapardı. O sırada peder sizlere ömür. Neyse, ben durumlara alışmaya çalışıyorum. O sırada radyoevine gidip “Kānūn hocası arıyoruz” dedik. Hüsnü Anıl Bey var dediler. Allah rahmet eylesin. Tanıştırdılar. Hüsnü Bey o zaman benim şimdiki halimden daha genç tabiî ama ben de kocaman adam gibi görüyorum. Pos bıyıkla filân sert, haşîn bir adam. "Pazar günleri gelsin bakalım, başlayalım" dedi. Evlerine gidip gelmeye başladım ben de. O arada da annemin ilk kocasının babası olan, yāni ilk kayınpederinin hanımı ölmüş. Dr. Nūreddin Mehmet Başak; onun Feneryolu’nda köşkü var. Karısı ölüp de adam tek başına kalınca bir yerden izini bulmuş, Rukiye Abla bana bakar, onu bulun filân diye telefon geliyor. Annem de palas pandıras Mehmet Ağabey’i alıp köşke gidip bakıyor ki adamcağız perîşān. “Rukiye Abla kurtar beni ellere bırakma; gel kızım burası senin evindir; ille gel; burada oturun.” Annem oğlum var deyince “Burası koskoca köşk hepimiz otururuz” demişler. 1967’de Fātih’ten kalkıyoruz Feneryolu’na köşke taşınıyoruz. Pangaltı-Fātih-Feneryolu… Bambaşka bir çevre. İki katlı, mükellef, koskoca bir köşk. Antika eşyalar film gibi. Gittik, Zeus gibi bir büyükbaba. Dönemin çok büyük doktorlarından biri. Atatürk ve İnönü’nün bevliye mütehassıslığını yapmış. Oradan Vefā Lisesi’ne okula gidiyorum. Hüsnü Anıl’a kānūn dersine gidiyorum o arada köşkün bahçesindeki çamaşırhāneye bir cumartesi mi pazar günü mü ne “Rūhî Ağabey”dedi, konuşması öyleydi, koskoca adam ağabey derdi; “Bakalım beybabacığım” dedim. “Gālibā çamaşırhānede” dedi. İnip baktım ki bir çamaşırhāne dolusu kitap rafları ve kitaplar. Koskocaman kütüphāne. Annemin o mütevāzı roman kitaplığından sonra ömrümde ilk defā -devlet kütüphānesi hāricinde- özel kitaplığın ne olduğunu gördüm. Ali Baba’nın Kırk Haramiler’in mağarasına girmesi gibi heyecanla "Beybabacığım bunları salona taşıyalım, ister misiniz?" dedim. “Yapabilir misin? Benim hālim yok” dedi. “Ben de yaparım tabiî beybabacığım. Tek başıma yaparım hepsini” dedim. “Yap Rūhî ağabey!” dedi. On dört, on beş yaşlarındayım, güç de var. O ceviz rafları filân sabunlu sularla sildim, tertemiz yaptım, tüm kitapları çıkarttım, tek tek bakıp okuyorum eski Osmanlıca kitapları, notları. O kitaplığı on beş günde yukarı çıkarttım; adamcağız da bastonuna yaslanıp şöyle bir bakarak “Allah senden razı olsun” dedi. Doktor Dede'ye şevk geldi. Ben bu kütüphāneyi kurdum ve son sandığı açacağım. Baktım taş Plâklar çıktı. Üzeri eski yazı. Tanbūrî Cemil Bey. Kim olduğunu bilmiyorum ki o sırada, ama define çıktı karşıma. Şamdanlar, mumlar koydum oraya. Ömrüm artık kütüphānede geçiyor. Salon buz gibi ama umurumda değil. Kānūnu götürdüm, salona koydum, akortladım. Kitaplar zāten orada. Mumları, şamdanları yakıyorum; tam āyîn gibi benim için. Elimi atıyorum, bir kitap okuyorum, sonra öbürü. Daha sonra bir de pikap buldum, temizledim. Cemil Bey’i dinliyorum. Sonra bir plâk buldum koydum. “Darüttālim-i Mūsikî Heyeti’nden Kānūni Ferit Bey, Orfeon Records”. Sūzinâk taksim. Bir baktım ki bu kānūn başka bir kānūn! E, ben ne biliyordum ne çalıyordum o güne kadar?

Ö.Ö: Hüsnü Anıl ile nasıl çalışıyordunuz?

R.A: Bir iki sefer derse gittim ona, “Çal bakalım ne çalıyorsun” dedi. Tezelli’den ne öğrendiysem çaldım; "Bırak! Böyle mi çalınır kānūn!" dedi. “Eyvāh, bu böyle istemiyor!” deyip süslü süslü, abartarak çaldım. Kulağıma ne çalındıysa onlarla maymunluk yapıyorum orada. "Bu ne ya, böyle mi çalınır? Sus!" dedi. "Bak, her notaya bir mızrap vuracaksın ve bekleyeceksin" dedi. Allah rahmet eylesin nasıl mızrap vurulur, usûl nedir yazdı ama böyle kerhen, “Allah cezanı versin!” der gibi anlatıyor. Acemaşîrān Peşrevi'ni verdi Emin Ağa’nın. "Ne var sende?" dedi. Ben de o aldığım Onnik Zaduryan faslını götürmüştüm. Baktı Acemaşîrān Peşrevi. "Burası böyle değil." deyip tükenmez kalemle orasını burasını karaladı. Eyvāh, notaya tükenmezle müdahale ediyor! O yanlış, bu yanlış her şeyi değiştiriyor. (Özer Özel’i kastederek) Tam senin gibi bir adam. Her şey yanlış ama doğrusu ne Allah bilir. Onu anlayacaksın. Sabır da yok herhalde; çünkü sonradan anladım, gece gazinoda çalışıyor, sabahleyin geç uyanıyor. Bir de ben pazar sabahları gidiyorum. Saat onda orada oluyorum. Karıcığı Nevin Hanım açıyor kapıyı, beni salona alıyor. Evde ölü sessizliği. Ben de kan ter içerisinde korkuyla bekliyorum. Hep hocayı rahatsız ettim gibi olumsuz havayla başlıyorum derse. Sıkıntı içersindeyim. Bitse de gitsem havasındayım. Acemaşîrāndan sonra İsmāil Hakkı Bey’in Ferahfezā peşrevini verip bunu yaz getir dedi. Gittim cetvellerle, kurşun kalemlerle uğraşıp tertemiz yazdım getirdim. Bakıp bunu sen mi yazdın dedi. Evet deyince āferin güzel olmuş dedi. Bu kadar. Bir şey söylemesin diye deli gibi bir şeyler yapmaya çalışıyorum. "Bak Acemaşîrānla Ferahfezā Acemkürdî, Sultānîyegâh hepsi birbiriyle bağlantılıdır. Şimdi bak dinle ne yaptığımı." dedi.

Ö.Ö: İlk nazariyat dersi mi oluyor?

R.A: Bilmiyorum ki ne yaptığımızı. Allah’a emānet yapıyoruz. Acemaşîrān taksimle başlıyor. Acemkürdîye geçiyor, oradan Sultānîyegâha geçiyor. Güzel de yapıyor ama anlamıyorum ki. Dün bir bugün iki; neyi nereden bileyim; ben daha zavallı kuşun tekiyim! Dört, beş derken Acemaşîrānı tamam, anladım. Acemkürdîyi de anladım sayalım ama Ferahfezā bana füze gibi filân geliyor. Bir hafta, iki hafta, üç hafta, en sonunda "Ne oldu bu?" diye sordu. Hık mık deyince “Senden bir şey olmaz” dedi, kānūnu bıraktı. Bunu demesinden bir süre önce de Vefā Lisesi’nde bir ilân astıydım. “Okulumuzda Türk Müziği çalgısı çalmayı bilen arkadaşlar varsa 4İ sınıfından Rūhî Ayangil’e müracaat etsin.” Bir gün bir baktım, inceden uzun boylu birisi “O Rūhî sen misin?” diye sordu. Evet deyince “Ben keman çalıyorum, istersen birlikte bir şeyler yapalım” dedi. “Pekâlâ, senin adın ne?” deyince Selçuk Tekay dedi. Sonra, kulakları çınlasın, Şākir diye bir arkadaşımız vardı. O da solistimiz oldu. Evde, okulda buluşup çalışıyoruz. Günün revaçta olan şarkılarını çalıyoruz. “Ağlama değmez hayat bu gözyaşlarına”, “Kara gözlüm efkârlanma” gibi şeyler. Beş, altı parçalık repertuvarla çal Allah çal uğraşıyoruz. Sonra sınıf konseriydi, okul konseriydi, onlara başladık. Bir gün Selçuk ile bizim evden çıktık, troleybüsler vardı o zaman. Benim elimde kānūn, onun elinde keman. Bir adam yaklaştı yanımıza. Popüler şāirlerden biriymiş. Yılmaz Peker diye birisi. Kemancı diye bir şiiri vardı. "Müzikle meşgulseniz biz Fātih’teki İleri Türk Müziği Konservatuarı Derneği (İTMDKD)'nde çalışıyoruz. Gelin isterseniz." dedi. Biz de Hüsnü Anıl’a sorduk. "Çok iyi olur." dedi ama kendiliğinden söylemiyor hiç şu şu dernekler var, oraya gitsin diye. "Orada bizim Dr. Teoman Önaldı var, iyi olur." dedi. O da zaten kurtulmak istiyor benden. O icāzeti alınca Selçuk ve ben muntazaman Fātih’teki derneğe gitmeye başladık. Sene 19691970. O sırada büyükbaba öldü, Allah rahmet eylesin. Biz yeniden Feneryolu'ndan Fātih’e dönüş yaptık. Tabiî, bütün kitapları da aldım. Kadıköy tarafının o nezāheti, farklı çevresi kafamda yer ettiği için, biraz daha aklım başıma geldi ve ¨Anne bizim artık Fātih’te oturmamamız lazım¨ dedim. Ara tara Şaşkınbakkal’da bir daire bulduk. Apartmanda listeye bir baktım Āfitap Karacan var. Radyodan biliyorum ya ben de, anneme “Bak Āfitap Hanım da buradaymış; illa bu apartmana gelelim!” dedim. Velhasılı kelâm oraya taşındık. Plâkları filân taşıdım. Plâklar dediğim de yalnızca Türk müziği değil. Batı klasikleri de var. Beethovenler, Hendeller, Bachlar… Şaşkınbakkal’a taşındık. Komşuluk vesilesiyle tanıştığımız Āfitap Karacan'ın Fulya Akaydın'ın talebesi olarak Türk müziği stilinde piyano çaldığını gördük. Ara sıra Āfitap Hanım'la da piyano-kanun saz eserleri çalardık. Kendisini rahmetle anıyorum. Ajilite bakımından bazı zor eserleri onun yardımıyla tanımış oldum. Saz eserlerine ilgim bu vesîleyle daha da arttı. Edip Yücelen gibi, Refik Tal'at gibi, Refik Fersan gibi bestecilerin eserlerini o dönemde tanıdım. Lise bitti, üniversiteye gidiyorum; bir taraftan İleri Türk Mūsikîsi Konservatuvarı’na devam ediyorum. Dernek korosunun radyodaki emisyonlara katılıyorum. Emisyonların öncesinde ve sonrasında çıkmıyorum radyodan, hemen öbür stüdyolara dalıyorum.

Ö.Ö: Anneannenizin kānūn alması ve İ.T.M.K.D hayatınızda iki önemli dönüm noktası oluyor sanırım.

R.A: Evet, bunlar önemli dönüm noktaları. Üçüncüsü ise kütüphāne ve plâkların bulunmasıyla benim Feri Alnar’ı tanımam. Onun müziği ile tanışmam. Yoksa benim tüm eğitimim radyo. Orada dinleyip şarkıların güftelerini, makamlarını, bestecilerini yazıyorum. Kendi kendime nasıl öğrenebilirim diye uğraşıyorum. O san’atkârlara, o meclislere nasıl ulaşılır onu da bilmiyorum. Hep bilmeme ve o bilmeme içinde yolunu arama çabalarında bir takım uğraşlar, didinmeler… Üniversite tam gençlik dönemimdir. Lise son sınıfa kadar bütün din, îmān, beş vakit namazlar filân…

Ö.Ö: Beş vakit kılar mıydınız hocam?

R.A: Sen ne diyorsun! Sabah namazını Nusretiye Cāmii’nde, öğle namazı Dolmabahçe Cāmii’nde, akşam Süleymaniye Camii’nde kılardım ama kimseyle ilişkim de yok. Açıklarımı okuyarak kapatmaya çalışıyorum. Hadisler, Kur'ān tercümeleri, İslâm felsefesi tārihi okuyorum. Büyükbabanın kütüphānesinde de bu yolda başka eserler buldum.
Üniversiteye girdiğimde profesör diye bir insanla karşılaşıyorum ve dönem 12 Mart dönemi. Sağ, sol başlamış. Mecbūren o ortamın içerisindesin ve ben hukuk fakültesinde okuyorum.
RuhiAyangil%20B%C3%BCkor.jpg
Ö.Ö: Hukuku nasıl seçtiniz? Yönlendiren kimdi? İ.T.M.K.D.’ne gidiyorsunuz, içinizde bir san’at aşkı var ve hukuk seçiyorsunuz.

R.A: Kimse yönlendirmemişti. Ben hukuk okuyacağım dedim gittim. Bazı şeyler içten geliyor. Bir adālet tutkum vardır. Hak, hukuk, adālet olmalı. Parayla pulla alâkam yok ki iktisat okuyayım. Binā yapmayacağım, makine yapmayacağım ki mühendislik okuyayım. Ya tarihçi olacağım diyordum ama sonra tarih öğretmeni mi olacağım diye düşündüm. Bir de hākimlik filân revaçta olan bir şeydi. Memnūnum tabiî öyle bir seçim yapmış olduğuma. O güne kadar farkında olmadığım dünyevî mes’eleleri gördüm. Hep uhrevi mes’elelerle uğraşmıştım. San’at bilmem ne derken dünyevî, hak, hukuk, adālet, sömürü, insan hakları, liberalizm, komünizm gibi kavramlar çıktı karşıma. Bu çok iyi geldi bana. Orada bir kere daha çarpıldım. Hocalarım İdris Küçükömer, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Server Tanilli gibi isimler. Marksist oldukları söyleniyordu… O zaman da sağcılar, solcular var. Ben hiçbir zaman ne sağcılara ne solculara, ne Marksistlere ne MHP’ye dâhil değildim; kendi başıma bir adam, giriyor çıkıyor… Kendime özel entelektüel bir çizgim var. Yıl 1971. Kös kös gider kös kös çıkardım. Anfide bin kişi vardı. Kız, erkek hiç kimseyle muhatap olmazdım. Büyük imtihanlar geçirdim kendi içimde. O dönemlerimi hiç kimseyle ilişki kurmayarak; ne bir erkek arkadaş, ne bir kız arkadaş olmadan atlattım. Bir çaba da göstermedim arkadaş bulmak için. Bunların neticesinde kendimi daha çok edebiyāta, müziğe, san’ata verdim. Daha çok felsefe okudum. Kendime daha çok zaman ayırdım. Zaman zaman ölümü dahî çok düşünmüşlüğüm vardır. Hayātın anlamsızlığı üzerine, var oluşun gereksizliği üzerine bir yığın karmaşık düşünceler… Çocukluğumu nasıl bir lûnapark gibi anlatmış isem gençliğimin o dönemi de “Allah kimseyi içine düşürmesin” diye hep duā ettiğim bir dönemdir. Ben buradaydım ve benim dışımda, dünyādaki herkes mutlu mes’ud, bütün ilişkiler normal akıp gidiyor, ben kendimi bu dünyadan dışlanmış, böyle leylek yavrusu gibi hissediyordum.

Ö.A: O zaman zarfında san’at beni böyle yaptı deyip san’attan uzaklaşmak gibi düşünceleriniz oldu mu?

R.A: Bilâkis, san’ata daha çok yaklaştım. San’ata, felsefeye, şiire, edebiyāta iç duygusal dünyāya daha çok yöneliş vardı. Tabiî, müzik olarak da bir takım çevrelerde bulunuyorsunuz fakat bu çatışma, çekişme, muhakemeler yapılan her şeyi sorgulatıyordu. Allah’ı sorgulamak, dini sorgulamak, ibādeti sorgulamak, ahlâkı sorgulamak, anneyi sorgulamak, babayı sorgulamak, insan ilişkilerini sorgulamak… Her şeyi sorguladığım bir dönem ve o sorgulamalardan çok büyük ihtilâçlar içinde geçtiğimi hatırlıyorum. O git-gelleri yaşarken kendi içimde nasıl zaafiyetlere düştüğümü ama dışarıya da o zaafiyeti belli etmeme konusunda bir korunma sistemi geliştirmem gerektiğini görmem, beni giderek toplumdan daha da fazla soyutladı. Yaşıtlarım yāhut benzer insanlar arasında hep söylediler, sana ulaşamazdık, çekinirdik derlerdi. Sāmit, sākin, suskun biriydim. Bugünkü gibi geveze bir adam değildim. Bu anlattıklarım on sekiz, yirmili yaşlarıma ait. Derinden bakan, sorgulayan, düşünen, okuyan bir gençtim. Hayātımdaki en zor dönemimin bu olduğunu düşünüyorum. Yıllar geçince fark ettim ki herkes aslında böyle dönemlerden geçiyor. Gençler o zaman da öyleydi, bugün de öyle. O yüzden elimizi ne kadar uzatabilirsek o kadar uzatmamız gerekir onlara. Kendime hep şöyle derdim: "Bu da bir san’atkârın psikolojik durumudur herhalde." Birisi çıksa, beni görse de elini uzatsa ve bana nasılsın diye hālimi, hatırımı sorsa derdim. Bu eziyetli dönemin izleri epey sürdü. O zaman çerçevesinde zor, çekilmez, çok seçkinci, ilişkilerini dokuz yutkunup bir söyleyen biriydim; çünkü aklımca kendimi koruyordum. Ağabeyimin arkadaşları filân eve gelip gittiklerinde "Bu çocuk intihar edebilir" derlermiş. O denli travmatik bir durum. O arada da İ.T.M.K.D.’den ayrıldım, istifa ettim çünkü mūsikî alanında o derneğin niçin kurulmuş olduğunu ancak o kuruluş amacından uzaklaşmış olduğunu anladım.
Müzik alanında yapılması gereken şeylerin yalnızca çalmak, söylemekten öte, daha organize bir ortam yaratılıp, akademik altyapısının kurulması gerektiğini 1970’li yıllarda kavradım. İ.T.M.K.D.’den bu nedenle çatışarak ayrıldım. Saādettin Arel ile, Rauf Yektā ile, Suphi Ezgi ile ben ilk kez orada karşılaşmıştım. Dernek merkezinin arka tarafında eski Mūsikî Mecmuālarının bulunduğu soğuk bir okuma odası, bir depo vardı, kimse oraya pek girmezdi. Ben orada Mūsikî Mecmuālarını okuyup neler varmış dünyada, neler olması gerekirmiş derdim. Buradan hareketle o buhranlı dönemlerimi kendi kitaplığımı, kendi arşivimi, kendi donanımımı kurmaya başlayarak atlattım. Yāni yirmili yaşlarda başladım kütüphānemi kurmaya. Notaydı, kitaptı, ne toplayabildiysem yolumu kendim tayin ettim.
Bir diğer kırılma veya dönüm noktası ise İ.T.M.K.D.’den ayrıldıktan sonra “Bir şey yapmalıyım, tek başıma kānūn konseri vermeli, Türk müziğini örnekleyip Türk müziği konferansı yapmalıyım!” demek oldu. Gençlere Türk müziğini anlatmak istiyordum. Bir gün kalktım, Robert Koleji’ne gidip “Ben burada böyle bir şey yapabilir, öğrencilere konferans verebilir miyim?” dedim. “Şu aralar yapabilirsin” dediler ve ben de biraz daha notalarımı tamamlayayım deyip radyoya gittim. Kütüphāneye girip bazı notalar alacağım ve kendime çalışma plânı çizeceğim. O dönem arkadaşlarımdan Memduh Cumhur var; o da sıklıkla İ.T.M.K.D.’ye gelirdi. Aynı zamanda İstanbul Radyosu'nda stajyer ses sanatçısıydı. Üniversite yıllarında kurduğum ilk ve nādir arkadaşlıklarımdan en eskisidir. Neyzen Ümit Gürelman da bunlardan biridir.

Ö.Ö: Bu iki isimden başka kimleri sayabilirsiniz o dönemden?

R.A: Üçüncü olarak Fikret Bertuğ var. En yakın, en samîmî ilişkide olduğum kişilerdir.

Ö.Ö: Bu kişileri nasıl tanımlarsınız?

R.A: Memduh Cumhur’u entelektüel olarak tanımlarım. Benim de içinde bulunduğum entelektüel cāmiādan bir müzisyen olarak tanıdım. İstanbul Radyosu’na yeni intisāb etmişti. Eczācılık Fakültesi'nde okuyordu. Benzer şekilde Osmanlı tārihine, şiire, dîvān edebiyātına merākı, vukufu vardı.

Ö.Ö: Fehmi Tokay’ın öğrencisiymiş gālibā.

R.A: Öyle mi? Ben bilmiyorum. Efendim, Memduh Cumhur gibi bir adamı görüyorsun; gazelden anlıyor, beyitten anlıyor, kaliteli müzikten anlıyor…

K.B: O zaman da şiir yazıyor muydu? Şimdi rubāîleri filân biliniyor çünkü.

R.A: Yazıyordu tabiî. Ümit Gürelman da yazıyordu. Meselâ ben dîvān edebiyātını çok sevmeme rağmen hiçbir zaman aruza meyletmedim onlar gibi; çünkü o sıralarda dîvān edebiyātını okuyordum ama Varlık ve Soyut Edebiyāt dergilerinden dolayı daha serbest, yeni edebiyāta yönelmiştim. Onda da çizgim belliydi tabiî.

Ö.Ö: Attilâ İlhan’ın etkisi olabilir mi?

R.A: İlhan'dan önce Behçet Necātigil çizgisi vardı. En rafine yol oydu benim için. Behçet Necātigil, Hilmi Yavuz sonra Attilâ İlhan biraz. Üniversitedeyken ufkumu biraz daha açmak açısından Kubbealtı Akademisi seminerlerine gidiyordum. Memduh vāsıtasıyla Cemil Meriç’i tanımış oldum. Onu tanımak başka bir kapıyı daha açtı.

Ö.Ö: Bütün kırılmalarınız bu şekilde oldu demek.

R.A: Tabii, benim hayatımda filanca kıza āşık oldum şöyle oldu böyle oldu gibi dönüm noktaları yok. Ben ışık arıyorum. Aydınlık arıyorum; münevverlik arıyorum. Diyojen gibi insan arıyorum ve Cemil Meriç’e ulaşıyorum orada bir noktada. Neredeyse onunla yatıp kalkmaya başlıyorum o dönem. Hep yönleneceğim birisini arıyorum. O dönem rasyonalizme çok fazla yönelmiştim. Her şey gerçekçi olmalıydı. Akılcı olmalıydı. Mantıklı olmalıydı. Yukarıda bahsettim, Türk müziği notalarımı arttırmak için bir gün radyoya gittiğimde, 1973 yılında, Memduh yanında üç, dört genç ile konuşuyordu orada. Beni görünce "İşte!" dedi "Aradığımız adam geldi." “Hayırdır Memduh?” diye sordum. “Bu arkadaşlar Boğaziçi Üniversitesinden. Orada müzik çalışması başlatmak için koro kurmuşlar ama koroyu çalıştıracak birini arıyorlarmış. Bunu en iyi sen yaparsın. Aman Rūhî Bey’i kaçırmayın” dedi. O dönem de benim en anut, en sfenks gibi olduğum dönem. “Tabii olabilir” deyip telefon numaramı verdim. O zaman Şaşkınbakkal’da oturuyorum. İki gün sonra aradılar ve “Efendim, biz görüştük ve sizinle çalışmaya karar verdik. Gelir misiniz?” dediler. Kānunumu hazırladım. Çantama notalarımı koydum. O zaman fotokopi pek yok ama Boğaziçi Amerikan Üniversitesi menşeli olduğu için orada vardı.

Ö.A: Peki, o zaman beste çalışmalarınız var mıydı?

R.A: Yok. Öyle ufak tefek bir şeyler var sādece. Beste yapmak için aşk vs. lâzım ki öyle bir şey yok bende. Ben narsisizmin doruğundayım. Ben o ara deli gibi bir taraftan Cemil Meriç okuyorum bir taraftan Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahyā Kemâl bir taraftan da Marx bilmem ne bunları okuyorum.

Ö.Ö: Memduh Cumhūr Bey ile tanıştığınızda Cemil Bey ile tanışmamış mıydınız?

R.A: Hayır. O zaman sadece duymuştum. Sonradan tanıştım. Duydum ve Kubbealtı Akademi Mecmuāsına aboneydim. Zāten millet beni kişiliğimden dolayı bir sonuca erdiremezmiş. Ali Nāci Ökay vardı hukuk fakültesinde, Allah rahmet eylesin, bir gün bana geldi dedi ki “Rūhî sen kendine dikkat et. Benim canım ciğerim, sevdiğim arkadaşımsın. Ben milletin içine girip tākip ediyorum. Sağcılar seni solcu zannediyor; solcular da sağcı zannediyor. Her iki grup da birbirinden habersiz seni dövmek istiyor.” Hadis-i şerif var “Belādan uzak dur” diye. O sebeple hiçbiriyle muhattāb olmuyorum ama hâlim tavrım o kadar gıcık ki, beyaz, dik yakalı balıkçı kazağım, siyah redingot, altımda siyah kadife pantolon, siyah berem, parka çantam ve ayağımda Sümerbank’tan aldığım postallar. Tam Fransız lejyoner gibi gidip geliyorum. Kimseyle de görüşmüyorum. Genç, yakışıklı zamanım. Ben yine o kıyafetimle gittim Boğaziçi Üniversitesi'ne ve ilk defa Tanburî Cemil Bey’in nihāvend şarkısını götürdüm onlara.

Ö.Ö: O notayı nereden buldunuz?

R.A: Dediğim gibi o ara sürekli arşiv oluşturuyorum. Kitaplığım filan kendime göre var. Üniversiteye gittim, köyden indim şehre, şaşırdım birdenbire. Bir Amerika. Başka bir yer. Yani İstanbul Üniversitesi, Beyazıt, Sahaflar, Aksaray, Kadıköy, Şaşkınbakkal’da oturuyorum, Bağdat Caddesi ama orası Amerika… İnsanların davranışları, konuşmaları filân bambaşka bir âlem. Burada tuzağa düşmemek lâzım diye daha ağır, daha soğuk, daha ulaşılmaz davranıyorum. Tam on dokuz yaşındayım. Yüksek lisans öğrencileri bunlar ama beni gördüklerinde “hocam aşağı hocam yukarı” diye başladılar. Benim ağzımdan lâf dirhemle çıkıyor. Meğerse bunlar Türk müziği kulübünü hoşça vakit geçirelim, eğlenelim, lokantaya gidelim, içelim söyleyelim diye açmışlar. Ben ilk dersten “mūsikî ilimle birlikte olduğu zaman mānâ kazanan bir yüksek san’attır. Tanbūrî Cemil Bey ile başlıyoruz çünkü klâsik Türk müziğinin en önemli virtüözlerinden biridir, işte Nihāvend budur, semāî şudur” diye başladım ve daha sonra Hayri Yenigün’ün Segâh şarkısını götürdüm. Ardından Itrî’nin Būselik bestesi “Her gördüğü periye gönül müptelā olur”; murabbā okunacak tabii bu eser, her şey kuralına göre. Boğaziçi Üniversitesi o zaman Allah’ın unuttuğu bir dağ başı. Ne yol var ne Ulus var. Hepsi sonradan yapıldı. Bir elimde çanta, notalar, bir elimde kānun. Zaman zaman pikap ve plâk dahî götürüyorum. Otobüs Etiler’e kadar var. O da belli bir saatten sonra yok. Bebek’ten yukarı yürüyorum. 1973 ile 1979 arası altı senede bir ibādet titizliği, şaşmazlığı ve sekmezliği ile gittim.

Ö.A: Öğrencilere bakınca emeğinizin karşılığını alıyor muydunuz? Sizin kadar ciddi miydi onlar da?

R.A: Çok ciddiydiler. Benim çok ciddi olduğumu görmüşlerdi. Oradan beş kuruş para almıyorum. Talebeyim ben de. Aynı zamanda hukuk okuyorum ama İstanbul Belediye Konservatuarı’nda da şan bölümüne devām ediyorum ve solfej, armoni çalışıyorum.
Aslında demin söylediğim sıkıntılı gençlik dönemimi kendi içimde yaşıyorum. Sürekli, yirmi dört saat kendisiyle meşgul bir insanım. Öğrenimimde otodidakttım. Birisinden bir şey öğrenemediğim zaman hep “acabā onu nasıl öğrenirim?” diye kendi içimde bir sistem kurdum. Bunu yaparken ve tabii söylediğim insāni gelişmemi tamamlarken de sapmalar yapmamam, āciz görünmemem gerekiyordu çünkü ben, Türk mūsikîsi san’atına bağlı bir insandım ve yolda kānun taşıyordum. Gençlik dönemimde otobüse, vapura binerken kan-ter içinde kalıyordum çünkü üniversite ile birlikte Türkiye’deki kültürel değişimin ve sapmanın ne olduğunu anlayıp sürekli bunu sorgular hale gelmiştim. Okumalarımı bu sefer Türkiye bağlamında ve Türk müziği etrafında çeşitlendirerek ve derinleştirerek devām ettirdim. Türkiye’de bir devrim yapılmış. Cumhuriyet devrimi yapılmış. Zihniyet değişimi, transformasyon yapılmış. Bu transformasyon içersinde ben neredeyim; ben çağdaşım, ilerici düşünen bir insanım ama yaptığım iş itibāriyle karşı devrimci, gericiyim. Sistemin reddettiği bir san’atın mümessiliyim. Burada kendimi sisteme karşı koruma geliştirmem gerekir. Bir kere temsil ettiğim san’at itibāriyle bu korumayı çok iyi becermem lâzım. Ben zāten bu cemiyete, beni ezen, beni dışlayan cemiyete zāten yabancıyım. “Bir de üslendiğim san’at yüzünden dışlanmama asla müsaade etmem” deyip tek kişilik bir "Türk müziği anarşist müfrezesi" oluşturdum. Bundan her ne pahasına olursa olsun yüzümün akıyla çıkacaktım. En azından bu girdap içerisinde kaybolmayacağım ve bu inancı onurla taşıyacağım. Tabii, bu noktaya gelmem kolay olmadı. Bunu anladıktan sonra o sazımı onurla taşımaya başladım. Onu hissettiğim noktadan îtibāren de ferdî olarak gücümün gerçekten arttığını ve iyileşmeye başladığımı fark ettim. Beni iyileştiren nokta aslında o kötü noktayı anlamış olmamdır. Teşhisi yapınca tedāvi kendiliğinden zuhūr etti ve o kendimi korumam bir tedāvi sürecine dönüştü. O güne kadar edindiğim şeyler bana bir liderlik vasfı verdi. Bu vasıf ile Türk müziğini gerçekten iyi temsil ettiğime, Türk müziğine ilişkin o sanatçı duruşunu iyi gerçekleştirdiğime emînim. Bunu Boğaziçi’nde de giderek artan bir ivme ile altı yıl içinde gerçekleştirdim. Bu o kadar doğru bir şeymiş ki gün geldi Adālet Ağaoğlu’nun "Başka Karşılaşmalar" kitabında da bir konunun başlığını teşkil etti.
Bu Boğaziçi gidiş gelişleri sürecinde sevgili Özer’in pek merāk ettiği hādise zuhūr etti. Eğer bir ilişki yaşanmaya değerse o yüksek bir aşk içinde tecellî etmelidir. Adına aşk denilen gelip geçici şeyler insāni değil, hayvāni yaklaşımlardır. Hakîkaten min-tarafillah orada zuhūr etti.

Ö.Ö: Hocalık vasfınızı kullandınız yāni.

R.A: Asla. Bir taraftan mūsikî camiāsında hep bu yolda dinlediğim anekdotlar, öyküler, fıkralar san’atkârların veyā çalgıcıların veyā şarkıcıların veyā ünlü sāzendelerin aşk meşk meseleleri ile şekillenmişti. Bir konumu kullanarak birileriyle ilişki yaşamanın gerçekten yüksek artistik bir davranışla bağdaşmadığını da hep gördüm. Siz artistseniz, bir yüksek san’atkâr rūhu taşıyorsanız kalitenizi korumanız gerekir. Ders verdiğiniz birine tabii ki āşık olabilirsiniz. Ben de öğrencime āşık olmuştum neticede. Belki o benim romanlarda okuduğum gibi, özlemini çektiğim gibi, Kemâl Tāhir’in Fatma İrfan’ı gibi, Nāzım Hikmet’in Pirāye’si gibi bir aşk olacak. Anlamlı olacak. Değen birisine mektup yazardınız ve ben dāima değen birisine mektuplarımı yazdım. Değen birisine şiirlerimi yazdım. Değen birisine müziklerimi yaptım. O bakımdan da o süreç beni normalleşme sürecine çekip sağaltmış oldu. Yāni ben ilā-nihāye marāzî bir şey içinde kalmadım ama o noktaya beni götüren hakikaten hep yüksek sanat endişesiydi ve ondan hiçbir zaman, bir tek gün bile ödün vermedim. Bundan öte meyl etmedim ağyāre. Bu bakımdan o da hoş bir şey oldu. Onun nîmetlerini de yaşadım. Neticede evlilikle sonuçlanan bir sürece girmiş oldum ve uzun süreli bir aşkın gerçeğe dönüşmesi gibi oldu.

...Benim serencāmım, serüvenim tek başına seyretmiş gibi görünen bir serencam ama bütün Türk mūsikîsi camiāsını, her bir Türk'ü ilgilendiren bir hikâye. Ben radyoya girmedim ama radyodakilerle çok yakın ilişkim oldu. Devlet Korosu'na girmedim, Devlet Korosu ile yakın temāsım oldu. İnancım şuydu; Türk mūsikîsinde kendi yürüyeceğim yolu kendim belirleyecektim ve Türk mūsikîsinde yapılmayan bir şeyi yapacaktım. Sādece benim yapmam değil, herkesin yapması gerekiyordu aslında ama o hareketin içinde ben görünüyordum. O benim ya kaderimdi ya kadersizliğimdi. Onu ben bilemem. Bunu tārih değerlendirir, gelecek kuşaklar değerlendirir. O yaptığım işlerle ilgili olarak bütün kesimlerden muhtelif değerlendirmeler hep gelip beni buldu. Bir noktasıyla her şeye rağmen tek başına bir şey yapan adam denerek takdir edilip yüceltildiğimi de biliyordum ama bir yandan da bir işe yaramaz adam, kendini beğenmişliğiyle o bizden değildir, zāten batı müzikçidir" dendiğini de biliyordum. Yāni hem içselleştirme hem dışlama birlikte yürüyordu. Bugün de böyle. Keşke onlar da kendi konumlarında benzer şeyleri yapabilselerdi Türk mūsikîsi çok daha dinamik bir şekilde seyrederdi. Bugün kendi iç dinamiklerini o kadar harcadılar ki, tabii potansiyel var, ebediyyen yaşayacak bir san’at. Hiçbir endişem yok ama müthiş bir kan kaybı, müthiş bir zaman kaybı, müthiş bir kaynak kaybı söz konusu ve gerçek güçlü elemanların onu temsil etme noktasında bulunmadığı bir süreç yaşıyoruz bugün. Abuk sabuk bir takım dış unsurlar farklı şeylerle, farklı biçimlerle temsil ediyormuş gibi güyā revaçtalar veyāhut onlar ön plandaymış gibi gözüküyor. Hâlbuki başka bir şey yapıyorlar. Ne yapılması gerekir? Öncelikle bilimsel platformda, klâsik müzik çerçevesinde çok üst düzeyde temsil edilmesi gerekir. Çok alt düzeyde ve amatörce temsil ediliyor. Bir kere verilerle sonuçlar birbirini tutmuyor. Orada bir zaaf var. İleriye götürme konusunda yapılması gereken işler gerçek bir adanmışlığı, idealizmi ve çalışma zihniyetini gerektiriyor. O çalışmayı, o mesāîyi ortaya koyamıyor insanlar. O efor yok ve o eforu sarf edecek istek yok. Sebepleri çeşitlidir. Benmerkezci müzikçiler çok fazla. Ben buradayım, benim yaptığım doğrudur ve böyle temsil edilmelidir diyorlar. Tamam, senin yaptığın doğru ama sen artı birisi daha artı birisi daha diye bir sinerji oluşmuyor. Hep bireysel, herkes kendi adasından bir Robinson. Oysa ki kurumsal olarak da işlevsel olarak da bir amaca, hedefe yürütülmesi lâzım. Meselâ örgüt bazında ele alalım. Devlet Türk Müziği Korosu diye bir koro var. Bunu yürüten insanlar devlet katında, milletin vergilerinden maaşlarını alan, en ciddi, en düzgün, en üst gibi görünen örgütlenme. Baktığımız zaman amatör üniversite korosunun devlet çapında örgütlenmiş üst kuruluşu gibi gözüküyor. İçindeki akademisyen sıfatlı kişilere bakıyoruz ortalama düzeydeler. Bu koro ve bunun gibi korolar bütün camiāyı kapsayıcı işlevlere sāhip olabilirler. Yāni, devlet senfoni orkestraları gibi. Şimdi sen Özer Özel olarak, genç bir tanbur virtüözü olarak kaç kere Devlet Korolarının konserlerine solist olarak dāvet edildin?

Ö.Ö: Çok nādir.

R.A: İşte bunu soruyorum. Kendilerine bir dokunulmazlık alanı yaratıyorlar. Seni çağırsalar oralara bir şey mi kaybeder bu adamlar? Hayır. Türk mûsikîsi çok şey mi kazanır? Çok şey kazanır. Sinerji kazanır. Özer Özel tanburunu dinletmek için yırtınıyor sağda solda. Güç kaybediyor, enerji kaybediyor. Hâlbuki İdil Biret’i senfoni orkestraları çağırıyor, senede bir tane iki tane konser verdirtiyorlar. Senede bir kere İstanbul’da, bir kere Edirne’de, İzmir’de, Ankara’da, Samsun’da solo konser yapsan, Aslıhan Özel'le birlikte çalsan, öbür konsere beni çağırsalar… Türkiye’de altı Devlet Korosu varsa bu bir sirkülasyon yaratır. Etkileşim yaratır. Bunu söylemeye çalışıyorum. Radyo keza ayrı bir durum. Birisi rahatsızlanır o zaman yerine çağırırlar. Bunları kişisel bir beklenti olarak söylemiyorum. Kültür Bakanlığı'na bu yönde dosyalar, raporlar da verdim bir zamanlar. "Ben Türk müziği orkestra koro şefi olarak, kanun san'atçısı olarak T.C. Kültür Bakanlığı Devlet Koroları’nda yılda bir defa konser yönetmek istiyorum" diye. Açık ve net bildirmişim.

Ö.A: Yanıt geldi mi?

R.A: Hayır. Kültür Bakanlığı bu istemimi bütün korolara göndermiş; ama bu nasıl anlaşılıyor? Bu adamın bizim yerlerimizde gözü var. Bu kadar. Ben senin yerine niye göz dikeyim ki? Senin gelip beni davet etmen lâzım. Ben sadece korona renk getiririm, çeşit getiririm, farklı lezzet getiririm. Sokaktaki adam değilim ben. Özer Özel’i davet etsen, Mutlu Torun’u davet etsen... Meselâ Mutlu Torun kaç kere davet edilmiştir? Hiç. Ben hatırlamıyorum. Niye İzmir’de dinlemeyelim? Ben Borusan Filarmoni Orkestrası ile konser veriyorum. İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası ile konser veriyorum. Çukurova Devlet Senfoni orkestrası ile veriyorum, Antalya Orkestrası ile veriyorum, efendim, yurt dışında konserler veriyorum ama ben bir kanuncu olarak Türk Müziği Devlet Korolarıyla bir tek konser bile veremiyorum. Bunu bir yakınma olarak söylemiyorum. Eksikliği belirtiyorum. Bu noktalardaki değerlendirme kriterleri, san'at ölçütleri tutarlı değil. Bunların dışında şeyler olursa san'at yükselişe, yücelişe geçer. 1978 yılında girdiğim Türk Mūsikîsi İcrā Heyetinden kovulduğum 1993 yılına kadar geçen süre içersinde, klasik müzik terbiyem var, makam müziğini biliyorum, öğretiyorum, yani bir sürü imtihanlardan geçmişim vesaire bir tek konser yönettim. Yirmi yıllık icrā heyeti geçmişimde tek bir konser yönettim. Hiç icrā edilmemiş acem faslını idāre ettim. Türk Mūsikîsi İcrā Heyeti tarihinde ve belki de Türk mūsikîsi tarihinde ilk defa. Acem faslı, Abdülkadir Merâgi’nin Acem Kâr'ı, Zekaî Dede Efendi’nin bütün Acem takımı, Solakzade’nin acem peşrevi, Ali Hoca’nın Acem saz semāisi.

Ö.Ö: Münir Bey’in de yapmadığı bir şey mi?

R.A: Evet. Uydurmuyorum. Bu konserin nihayetinde konservatuar icrā heyetinin en eski ve kıdemli üyesi Can Akşit ablamız bana geldi. “Evladım ben kırk senedir bu san'atın içindeyim. Münir Bey ile çalıştım. İzzettin (Ökte) Bey ile çalıştım. Mes'ut Bey’i radyodan tanırım. Bütün mūsikî hayātım içerisinde ilk defā Acem faslı geçmiş oldum. Bir kere bunu söylemek istiyorum. Bir de ben bu konser vesilesiyle senin ne kadar kudretli bir mūsikîşinas olduğunu gözlerimle gördüm. Allah senden rāzı olsun, yolunu açık etsin ve hissiyātımı, teşekkürlerimi sana belirtebilmek için bu armağanı vermek istiyorum.” dedi ve bana evinde bulunan Sādi Işılay’ın el yazması defterini getirdi verdi. Şimdi bu ibretāmiz bir davranıştır. O konser oldu diye icrā heyeti, konservatuar birbirine nasıl girdi nasıl etti onu söylemiyorum artık.
Bilgi olmadığı yerde, bilgiye ihtiyaç duyulmadığı yerde maalesef cehālet kıskançlığa dönüşüyor, çekememezliğe dönüşüyor. Bunu da anlayamıyorum. Çekememezlik olmaması lâzım. Dede Efendi’nin dediği gibi mūsikî bir umman ve biz ona ancak paçalarımızı sıvayarak bir parça kıyısından köşesinden girmiş olabiliriz. Bu kadar geniş bir umman içersinde herkesin yapacak bir işi, söyleyecek bir sözü mutlakā vardır. Mūsikî, Tanburi Cemil Bey ile başlamadı, Tanburi Cemil Bey ile bitmedi. Eğer öyle olsaydı arkasından bir Necdet Yaşar çıkmazdı, bir İzzettin Ökte çıkmazdı, Ercüment Batanay çıkmazdı, Özer Özel çıkmazdı. Tanbur çalmazdı kimse. Cemil Bey yaptı gitti, tamam, Refik Fersan çıkmazdı. Herkesin farklı bir işlevi var. Bu bizde yerleşemedi. Dünyada binlerce piyanist var. En iyisi budur diyebilir misiniz? En iyilerinden bahsedebilirsiniz ama en iyisi diyemezsiniz. Binlerce kemancı vardır. Bunların hangisini diğerinden üstün tutabilirsiniz? Leonid Kogan’ı mı, Jascha Heifetz’i mi, Yehudi Menuhin’i mi efendim, Zino Franceskatti’yi mi? Hepsi kendi alanında büyük yıldızlar. Peki, bunlar Paganini var diye çıkmamışlar mı ortaya? Çıkmışlar ve her biri san'atı farklı yönlerde daha ileriye götürmüşler.

K.B: Bizde belki de herkes büyük bir zincirin halkası olacağı yerde tek başına bir zincir olmaya çalışıyor.

R.A: Tamāmıyla. Burada entelektüel bir çevre oluşmuyor. Tartışma kriterleri oluşmuyor. Bilimsellik oluşmuyor ve bu san'ata en büyük zararı, en büyük darbeyi vuruyor. Bu nedenle de Türk mūsikîsi her geçen gün küçülerek değerlerinden sıyrılma noktasına geliyor. Bunun içindir ki genç nesil gerçekten bunu elde edebilecek yeterli doyum kaynaklarına ulaşamıyor. Bilgi olarak da duyum olarak da nota olarak da… İnternete baktığınızda herkesin bir şey yapmaya çalıştığı büyük bir bilgi kirlenmesi de yaşanıyor. Dezenformasyon yaşanıyor. Bilgi çağı dediğimiz bu çağda bir bozulma içinde oluyoruz. Bu bakımdan Türk mūsikîsini her şeyden önce san'atçı duruşuyla, kurumsal duruşla, işlevsel duruşla yükseltmek ve yüceltmek durumundayız. Üslûp ayrıcalıklarıyla, klasikse klasik üslupla, modernse modern üslûpla, bestekârlık vādisini tıkamadan… Siz bir uygulama yapıyorsunuz, Türk mūsikîsinin en büyük bestekârları bu kadardır deyip bir sınır çiziyorsunuz. Böyle bir hakkınız ve böyle bir yetkiniz var mı sizin? Kim kimin önüne sınır çizebilmiş. Lem'i Atlı ile mūsikî bitmiştir dediğiniz zaman ne Cevdet Çağla giriyor sistemin içine, ne Yesāri Asım Arsoy giriyor, ne Zeki Arif Ataergin giriyor. Zeki Arif Ataergin dediğim zaman çalışılması gereken koskoca bir bestekâr var karşımızda. Yepyeni bir söyleme tekniği. Yepyeni bir şey. Hep birilerinin tekrarı belli bir repertuvar çevresinde dön dolaş. Aynı bestecilerin aynı şarkıları çalınıyor. Yani, bir Sabā Kâr-ı Nātık’ını dinleyemezsiniz mesela Zekâi Dede’nin. Boğaziçi Üniversitesindeki o çalışmalarda bile Sipihr Yürük Semāî'yi icrā ettiğimiz zaman Türkiye’deki bir sürü insan Sipihr Yürük Semaî'nin farkında değildi. Klasik mānâda da modern mānâda da kimsenin yaptığı bir şey yok. Hele modern mānâda kimsenin yanaştığı eylediği bir şey yok. Mesela Refik Talât Âlpman tanınmıyor bu memlekette. Şerif Muhittin Targan tanınmıyor doğru düzgün. Saadettin Arel hiç tanınmıyor.

Ö.Ö: Boğaziçi’nden önceki ilklerden çok bahsetmiyorum. Sanırım çok keskin ilkler yok oradan önce. Şimdi bize ilklerinizi sırayla söyler misiniz? Başta Acem mi var?

R.A: Bu ilkler tabiî kader olarak oldular. Onları ilk olsun diye yapmadım. Yaptığım zaman ilk olmuş oldu. İTMKD’de Teoman Önaldı yönetmeliğinde o çalışmalar yapılırken ben orada Saādettin Arel’in Türk mūsikîsini nasıl ileri götürülmesi konusundaki fikriyātıyla karşılaştım. Meselâ Teoman Önaldı, onun da çalışmalarında ilk olan bir dönem vardır. Çoksesli Türk müziği, iki sesli şarkılar, orada onun ilk tecrübelerini görmüştük ama orada bir metodolojik temel, sistematik bir ayrıştırma içersinde çalışma değil yaylı çalgılar, mızraplı çalgılar diye ayrım vardı. Türk mūsikîsindeki modernleşmenin ilk adımı buydu. Yaylı ve nefesliler ile mızraplılar. Teoman Önaldı bu yolda çalışmalar yapmış ve o zaman konserler ile sergilemişti. Fakat ben Saādettin Arel’i, Rauf Yektā Bey’i okuduğum zaman ve onların beklentilerinden ve geleceğe yönelik iddialarından çıkarımlar yaptığımda Türk mūsikîsinde çokseslilik kavramını, Türk müziğinde orkestrasyon kavramını, neler olması gerektiği yolunda ipuçlarını elde ettim. Sonra batıya da baktım. Konservatuarda batı müziği bölümünde şan tahsil eden bir adamdım. Armoni okudum, solfej okudum vesāire. Türk müziği icrālarına baktığımızda polifonik müziğin her şeyden önce iyi bir koro ile yapılabileceği bilgisini elde ettim. Türk müziği korolarına baktığımda onların birer koro değil boy sırasına göre kurulmuş ses topluluğu olduğunu gördüm. Bunlar ya konveks ya da konkav biçimindeydi. Yāni ya uzun boylular dışarıda kısa boylular içeride ya da kısa boylular dışarıda, uzun boylular içeride olacak şekilde boy sıralaması vardı. Ses cinsi önemli değildi. Akortlara baktığımızda genelde Türk müziğinde ādet olmuş olarak solo söylüyorsanız mansur, koro söylüyorsanız kız āhenginde okunuyor. Neden, radyo mikrofonunun getirdiği bir alışkanlıkla Türk müziği bir hamam akustiği içersinde uğultulu bir şeye hapsedilmiş. Eski icrālara bakıyorsunuz bunlar daha parlak, davut āhenginden okunmuş, bolāhenk āhenginden okunmuş…

K.B: Dinamizmini kaybediyor bir yerde.

R.A: Kesinlikle kaybediyor. Rengini ruhsārını kaybediyor. O eski taş plaklarda bazen komik bulunan icrāların ne kadar değerli icrālar olduğunun farkına varıyorsunuz. Hāfız üslūbu diye dalga geçiliyor meselā ama o dalga geçilen üslup üzerinde çok durulması gereken bir üslup. Meselā gazel san'atını dışlamışız. Ses tekniği zayıflamış. Safiye Hanım’ın, Hamiyet Hanım’ın ilk hançerelerine bakıyorsunuz uzun nefeslerle müthiş numanlar okudukları o eserler veya o söyleyiş biçimleri; Münir Bey’in tiz akortlardan erkek sesinin, tenor sesinin bütün güzelliğini ortaya koyan ve hāfızların, Sāmi’nin, Mecit’in, Osman’ın o muhteşem, olağanüstü icrālarına baktığımızda ile insan sesine yazık edildiğini gördüğümüz bir dönem yaşıyoruz şu anda. Yazık ediliyor. Pırıl pırıl sesler var ama sesleri çıkmıyor zavallıların. Hava çıkıyor. Çalışmıyorlar. Kullanmamaktan ve kullanmayı bilmemekten böyle. Önümüzde Safiye Ayla gibi, Münir Nurettin gibi Bekir Sıtkı Sezgin gibi Alaeddin Yavaşça gibi, Kâni Karaca gibi, Recep Bilgit gibi bir ses yok. Güzel sesler gençler arasında da var ama lezzet yok, üslup yok, bilgi yok, beceri yok, müzikalite yok. Bunları görüyorsunuz. Bugünkü şarkıcıların hepsinin gönlünde, kafasında, kalbinde bir gazino sahnesi kurulu ve onlar o gönüllerindeki podyumlar üzerinde yürüyüp, kanat çırpıp şarkı söylediklerini zannediyorlar. Bu acınası hattā komik bir durum. Bir müzik bilimci olarak söylüyorum, komedi… Türk müziği san'atkârları kendilerine gelmeliler. Yaptıkları iş komediden beter, acınası halde bir iştir. Bunu düşünüp aynaya baksınlar, bantlarını seyredip dinlesinler. Üslup değiştiriyoruz deyip çaydanlık tıkırtısı gibi seslerle sürekli trillerle, çene oynatmalarla, ikide bir lüzumlu lüzumsuz nefes almalarla komedi oluyor. Kötü bu. Bilsinler bunu. Biz biliyoruz, bilmediğimizi zannetmesinler. Kendilerine çekidüzen versinler. İnşallah verirler.
Geçmişini bilmeyen, geçmişten ders alamayan geleceğini kuramaz. Müzik size bağlı arkadaşlar. Eğer böyle davranırsanız müzik sizi tarihin çöplüğüne atacak, adınız bile anılmayacak. Nitelikli san'atı öne çıkartmak için çok emek vermek ve çok çalışmak gerekiyor. Bütün gençlerin bunu bilmesi lâzım. Nisbi tecrübeye sahip olan bir müzikçi olarak, bir hoca olarak bunu söylemem lâzım. Her an her noktasıyla çok çalışılması gereken bir yüksek san'at müziği karşısındayız. En ufak detayların üzerinde dāhi titizlikle durulması, çalışılması gerek. Bunu yıllar yıllar önce bir Fransız müzikolog Eugene Borrel makālesinde şöyle söylüyor “Türk mūsikîsi kadar hārikulâde mūsikînin eserleri üzerinde ne yazık ki bu mūsikîye müntesib san'atkârlar bizim bir Debussy sonatının detayları üzerinde piyano başında harcadığımız saatlerin onda birini dāhi kendi eserlerinin detaylarını çıkartmak hususunda harcamamaktadırlar”. Bunu Fransız müzikolog söylüyor. Yıllar önce. Bende makālesi var. Bugün dāhi biz bunu yapmıyoruz. Bir taraftan bizim mūsikîmiz tektir, perde mūsikîsidir, üslup mūsikîsidir diye övünüyoruz… Hangi perde mūsikîsi, hangi makām mūsikîsi? Bunların hangi özelliğini biliyoruz, vākıfız? Ben bunun örneklerini yaşadım. Klasik Türk mūsikîsi örneklerinin icrā edildiği icrā heyetinde varsayalım bir bestenigâr takım geldi, varsayalım bir ırak takım geldi, varsayalım bir rahāt-ül ervah takımı geldi; san'atçının tutumu şöyle, sanki yirmi dört saat bestenigârla yatıp kalkıyor, ırakla yatıp kalkıyor veya hüzzamla yatıp kalkıyor. Bizim tavrımız “Ne var canım bunda. Biz san'atkârız, biz ustayız, biz bunu okuruz çalarız”. Onlarca, yüzlerce defolarla icrā ediliyor. Bugüne kadar hep böyle oldu. Bir evcāra takımın detaylarının ortaya çıkartılması için harcanması gereken süreyi düşünebilir miyiz? Olağanüstü bir süreçtir bu. Olağanüstü bir eforu gerektirir ve biz bunun onda birini, yirmide birini bu ecdat yādigârının parlatılması, dünya önüne bir kalite numunesi olarak koyma yolunda harcamıyoruz. Bunu yapmaktan kaçındığımız gibi bir de gerekçeler yaratıyoruz. “Bu zamanda bu kadar ağır eseri kim dinleyecek. Dilini bile anlamıyoruz.” Dilini anlamıyoruz dediği Türkçe. Türkçenin bir geçmiş san'atlı türevi Osmanlıca. Ayrıca tabiî anlamayacaksın. Senin tahsilin ne? Senin kültürün ne? Senin bilgi birikimin ne? Sen kimsin ki onu bir kerede anlayacaksın. Anlamayacaksın tabiî. Anlamak için çaba göstereceksin. Diller nice bin çah-ı zenâhdānına düşsün. Sen bunun ne ritmini, ne veznini, ne söz yapısını anlamayacak bir güdüklük içersindeysen Türk mūsikîsi san'atkârıyım diye ortalıkta dolaşıp afra tafra satma. Anlamak için kapanacaksın, alacaksın eline lûgatı, kalemi, defteri, kâğıdı zenahdan sözcüğü ne demek bakacaksın, anlayacaksın ondan sonra otrup Sādullah Ağa’nın Bayātiaraban bestesini söylemeye hak kazanacaksın ve bunu da ezberleyeceksin. Bunu yapmayanlardan ne görüyoruz? Televizyon ekranına çıkıyorlar, Neveser Kökdeş’in eserlerinden oluşan bir programda önlerine bir de nota sehpāsı koymuş, çünkü dört satırlık şarkının güftesini bilmiyorlar. Göz ucuyla ona bakıyor çünkü o sırada tuvaletini gösterecek, saçına döktüğü pulların sallanmasını gösterecek, gerdanını sallayacak, kollarını sallayacak, artistlik yapacak ama oradaki o güfteyi yanlış okuyacak. Hâlâ daha utanmadan karşısına o dört satırlık, bir sayfalık notayı koyacak. Bununla mı dünya san'at arenasında yarışacaksınız, san'atınızı temsil edeceksiniz! Adam dört saatlik operayı ezbere söylüyor. Dört saat süresince bütün o aryaları düetleri ezbere söylüyorlar. Bir de rol yapıyorlar.

Ö.Ö: Meydan boş mu yāni?

R.A: Meydan ne yazık ki hem boş hem de naehiller tarafından işgâl edilmiş vaziyette. Bunlar "Halk bunu istiyor, bunu dinliyor" diyerek geziniyor.

Ö.Ö: Bunda bizim üstatlarımızın dahli nedir?

R.A: Çok büyük dahli var. Üstatlar hiçbir zaman bu noktalara olması gerektiği biçimde dikkat çekmediler, bir eleştiri söylemi yaratmadılar. Umursamadılar. Kimse birbirini eleştirmedi. Eleştirildiği zaman karşı argümanlar hep “kıskanıyor da ondan… o bunu çalıp söyleyemez de ondan… Hadi o yapsın da görelim” oldu. Hani tavuk değilim ama kötü yumurtadan anlarım diye bir söz vardır; kötü yumurtadan anlamak için herkesin tavuk olması gerekmiyor. Bu kötü yumurtadır. İşini iyi yapanlar yok mu? Tabiî ki var ama bunlar devede kulak misāli. İktisatta kötü para iyi parayı kovar diye bir kural vardır. Bu mānâda da Türk mūsikîsi cāmiasında kötü san'at iyi san'atı kovar duruma gelmiştir. Popülist, ucuz, tribünlere oynayan, hiçbir san'at endişesi gütmeyen, söylemek yerine bağırıp böğürmeyi tercih eden bir anlayış, allı pullu takdim zihniyeti gelip oturmuştur. Öte tarafta bunlar sahne solistliğinin bir jest, mimik, vücut dili denilen çalışma alanı vardır. Bunlardan bihaberler. Akort sistemlerinden haberdâr değiller. Olumsuz bir sürü yön var Türk müziğinin sunulması yönünde. Yeni bestelerin ortaya çıkması ve bunların icrā edilmesi yönünde büyük bir isteksizlik var. Hiç kimse yeni bir repertuar üzerinde çalışıp ortaya koyma konusunda samimi çaba içersinde değil. Neticede kendi elimizle öldürüyoruz. Bir mūsikî düşünebilir miyiz ki beyāti faslı icrā edileceği zaman ya Neyzen Emin Efendi’nin peşrevi ya Tanburi Cemil Bey’in peşrevi ya da Seyfettin Osmanoğlu’nunki ile anlatılsın. Üç peşrev. Segâh faslı icrā edilecek; Allah rāzı olsun rahmetli Neyzen Yusuf Paşa’nın segâh peşrevi. İkinci bir segâh peşrevi yok.

Ö.Ö: Hocam, peki, neden kanun metodu yok?

R.A: Var. Yazılan bir sürü metotlar var ortada.

Ö.Ö: Var ama şimdi bu kadar eleştiri yaptınız, sizin en verimli çağınız şu anda…

R.A: Doğru. Hadis-i şerif var “kendinden başla” diye.

Ö.Ö: Tanburi Cemil, Mesud Cemil, Necdet Yaşar geçti hâlâ bir tanbur metodu yok. Bir metotsuzluk var.

R.A: Metotsuzluk aslında şundan kaynaklanıyor; bir metot yazmak bilimsel sistematiğe āşina olmak ve metodolojik yaklaşımı bilmekle mümkün olmak gerek. Sağda soldaki metotlar içerisinde bilimsel sistematiğe ve metodolojiye en uygun metotlardan başlıcası herhalde Mutlu Torun’un ud metodudur. Öncesinde herhangi bir metot geleneği olmamış bir çalgıya, saza hele ki makam mūsikîsi gibi girift ve çok zor olan bir alanda metot düzmek gerçekten kolay bir şey değil. Metot olarak ortaya çıkan, göz önüne konan şeylere de baktığınızda evet, hacimsel olarak bir kitap ama işlevsel olarak o bir metot mudur bu tartışılır çünkü metot ya tikelden tümele varım ya da tümelden tikele varım yollarıyla yazılması gereken bir şeydir. Metot herhâlde tümevarım biçeminde ele alınması gereken çalışma alanıdır. Bu tümevarımda sizin elinizi tutan bazı şeyler vardır. Kanun metodum yok mu? Var. Bunu her hâlükarda yayınlayacağım. Ben ölmeden çıkacak inşallah. Burada karar verilmesi gereken noktalar vardır. Sadece benimle veya diğerleriyle başlayan bir mesele yok. Meselā Türk mūsikîsinin nota yazım biçimi nasıl olmalıdır?

Ö.Ö: Başta bir sistemsizlik var.

R.A: O sistemsizlik bizim günlük hayatımızdan uygulamalarımıza kadar o kadar sinmiş ki sizin doğru diye yapacağınız bir şey aslında yanlışın tekrārı ve güçlendirilmesi anlamına geliyor. O zaman onu silmek mümkün olamayacak.
Altmış sene önce Rauf Yektā Bey diyor ki bir mūsikîşinas gidip ben Osman Bey’in Hüzzam peşrevinin ud için yazılmış notasını istiyorum demeli. Bu şu demek; Türk mūsikîsi notalarının tek sesli mūsikî olmasına rağmen aynı anahtar ile yazılmaması, aynı akort sistemi içersinde yazılmaması gerek. Bugün yirmi birinci yüzyıl, Rauf Yekta Bey’in altmış sene önce söylediği meseleyi tartışacak müzisyenimiz yok. Bunu söylediğiniz zaman bir, beni yalan söylüyorum zannedecekler. İki, Rauf Yektā Bey de yolunu şaşırmış herhâlde, böyle laf mı olur diyecekler ama bunun doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmayacaklar. Oysa ki insan bir gerçeklik. Ud, pes, bas bir saz olarak ihtivā ettiği ses sahası bas enstrüman karakteri. Tanbur kezā, ihtivā ettiği ses sahası ve tınlama özellikleri itibariyle hangi anahtardan nasıl yazılması gerektiğine bilimsel bir şekilde kafa yormuyoruz ve yormamaya devam edeceğiz. Mesela kānun; ben Ferit Alnar’ın kānun konçertosunu yazdığı akort üzerinden yazacak ve piyasaya çıkartacak olsam Türk müziği camiası hop oturup hop kalkar. Türk mūsikîsinde bugün kullanılmayan bir tonlama sistemiyle, akort sistemiyle çıkartmış olacağım. Eğer bunu yapmayıp bugün kullanıldığı gibi bolāhenk nısfiye üzerinde bu notaları yazsam kānunu bir transpozitör, bir göçürücü saz olarak takdim etmem gerekir ki bu da bir polifonik müzik bahsidir.

Ö.Ö: Buna yetkili değil misiniz?

R.A: Ben yaptım oldu derim. Bektāşi namazı gibi olur. Hâlbuki bu noktada bir mutābakatın temin etmeniz lazım. Müziğin bu gibi konularında bilimsel yaklaşımın reddedilemeyeceği hususunda ortak bir bilincin oturmasına ihtiyaç var. Bugün bütün Türk müziği notalarının değiştirilmesi ve başka bir āhenkten yazılması lâzım. Biz bugünkü notasyonumuzda La dediğimiz notaya Mi telinden çalarak başlıyoruz. Evrensel nota yazım prosedürüne uyulması lazım. Yüz elli sene önce yapılmış Hacı Emin Efendi notasyonunu hâlâ yanlış bir biçimde tatbik ediyoruz ve Türk mūsikîsinde bunu kullanıyoruz.

Ö.Ö: Evrensellik Türk müziği hesāba katılarak yapılmış bir şey değil ki.

R.A: Şöyle, Türk mūsikîsinde sadece artık mevcut repertuvar yok. Yeniden yazılan, yeni yazılan bir takım eserler var.

Ö.Ö: Peki, siz yarışmaya katıldığınız eserleri nasıl yazdınız?

R.A: Kabul edilmiş bolāhenk nısfiye düzeninde yazdım.

Ö.Ö: O zaman kabul edilmiş bir siyāsi erk var diyebiliriz.

R.A: Bunu da bir düzen altına sokmamız lâzım tabiî ki. Meselā ben ādet edindim, yazdığım bütün notaların üzerine kodlayarak “bolāhenk nısfiye düzeninde yazılmıştır” “Mansur düzeninde yazılmıştır” yazıyorum. Bu bile tamam, bu bolāhenk nısfiye ile icrā edilmelidir diye bir kapı açıyor. Neyi nereye neden yazdığımızın bilinmesi lâzım. Artı, makamsal örgülerde makam yapılarının nereden başlayıp nereye ulaşması gerektiğine karar vermemiz lazım. Meselā Arel-Ezgi-Uzdilek sisteminde kaba çargâh dizisini ana dizi kabul ederek mi başlıyorsunuz? Ana dizi kabul etmediğiniz ama nazariyatta ana dizi olarak yazılmış bir şeye göre yazdığınız bir metodu savunmakta güçlük çekiyorsunuz bu sefer. O öyle denmiş ama sen ona bakma aslında ana dizi rasttır… Böyle bir şey olmaz. Bu iki yüzlülüktür. Bu iki yüzlülükleri kaldırmak lâzım. Metodolojiden, bilimsel yaklaşımdan kastım bu. O zaman bu genel kabullenişler olsun olmasın benim metodumu yazıp yayınlamam lâzım. Bunu da inşallah yapacağım. Kaçınılır bir tarafı yok ama dediğim gibi tümevarım yolunu izleyen bir adamım. Hangi noktanın hangi noktadan önce veya sonra yazılması gerektiği dāhi çok uzun boyutlu bir düşünceyi ve mesāiyi gerektiriyor. Yāni bir şeyi pesten kerāni olarak yaptım ve verdim diyemezsiniz. Nota eğitimini vereceksem uzatma bağı kavramını öncesinde vermem lâzım. Bu detaylar çok önemli. Yoksa bu noktalı notlardan önce noktalı dörtlük kavramını mı, noktalı sekizlik kavramını mı önce vermeliyim bile sizi düşündürür. Akort meseleleri önemli. Meselâ kānunda mandal kullanımı çok önem arz eden bir şey. Sābit etkisi olan makamlar, değişken etkisi olan makamlar ve perdelerin makam cinslerin göre değişimleri… Bunları detaylarıyla ve öğrencinin kesinkes anlayacağı, mantıkî bir sıralama içinde vermeniz lazım. Bu el tutuyor, zaman alıyor. Yoksa boyacı küpü gibi ben de piyasada görülenler gibi skala çalışmaları, mızrap çalışmaları, birer eser, bilmem neler deyip hemen çıkartırım. Hatta o seçilen eserlerin bile birinci sınıf, ikinci sınıf, üçüncü sınıf eserleri diye güçlük derecesine göre tasnif edilmesinde fayda var.

Ö.Ö: Hocam, bu seçkinliğiniz dezavantaj.

R.A: Çok doğru. Ben bu yönümle mükemmeliyetçi bir adamım. Her zaman bu mükemmeliyetçilik bir şeylerin zamānında yapılmasının engelleyicisi olmuştur. Bu mānâda kabûl ediyorum. Ben de inşallah biraz daha az mükemmeliyetçi olmayı umuyorum.

Ö.A: Bahsettiğiniz metodoloji illa yazarak mı uygulanmalı yoksa teknolojiden faydalanarak görsel, işitsel öğeler kullanılmalı mı?

R.A: Tabiî ki teknoloji kullanılmalı. Bunun DVD’sinin yapılması gerekiyor. İnşallah ben de bu sistemleri bilen birisiyle bu metodu yapmak istiyorum.

Ö.Ö: Şimdi ilkleri sayın hocam.

R.A: O ilkler şöyle: Bir kere Boğaziçi Üniversitesinden itibaren, oradaki çalışma yıllarına zuhur eden ilklerden bir tanesi Türk mūsikîsinde boy sırasına göre değil, tek sesli müzik yapılsa bile ses cinslerine göre ayrıştırmak, sınıflandırmak sūretiyle koro tertip etmem. Türk müziği korosu soprāno, tenor, alto, bas ses gruplarına göre düzenlenerek ve boy sırası olmaksızın dizilmiştir. 1973’ten bugüne kadar benim çalıştırdığım bütün korolarda bu sistem kullanıldı. Bir koro varsa buna bir Türk müziği orkestrası eşlik etmelidir diyerek Türk müziği orkestrası ve o orkestranın sahnedeki oturum biçimini de ilk defā uygulayanlardan biriyim. Bu mānâda yaylı çalgılar temelinde iki kānunun yan yana olduğu, udun bas grubunda yer aldığı, viyolonsellerle birlikte oturtulduğu, tanburun kezā bas grubuyla viyola grubu arasına oturtulduğu, neyin ortada, kemençenin neyin önünde oturtulduğu; yāni, Türk müziği orkestrası oturtumuyla dāhil böyle bir orkestrasyon düzeni ilk defā yaptıklarım arasındadır.

Ö.Ö: Burada sayı tespitiniz var mı?

R.A: Sayı tespitim aşağı yukarı şöyledir: ikili minimumda bir düzen. İki tanbur, iki kanun, iki ud vs.

Ö.Ö: İkili melodi çalmak açısından mı böyle?

R.A: Hem öyle hem de entonasyon açısından. Entonasyonu güçlendirme, arttırma bakımından böyle bir tercihim var. Dört kānun da olabilir mi? Dört kānun da olabilir tabiî. Yaylıların da arttırılması lazım. Batı müziği yaylıları temelinde oturtum yapılan bir oturtumdur. Bu böyle.
Bir başka ilk, modern türk müziği icrāsı akımında a capella koro eserleri, a capella makam müziği eserlerinin seslendirilmesi. Saz eşliği olmadan şef önderliğinde a capella polifonik eserlerin seslendirilmesi. Hattā zaman zaman tek sesli eserleri bile hiç çalgı eşliği olmaksızın koronun ses grupları kurulumu içerisinde yapmışımdır. Mesela, Leylā Hanım’ın bir hüzzam şarkısını bu yöntemle seslendirdiğimi hatırlıyorum. Çok beğeni toplamıştı. Koronun kendisini enstrüman gibi kullanmak suretiyle, bir tını elde etme meselesi ile alışılmış icrā biçimlerini yıkarak ama üslūbu muhafaza ederek, mutlakā buna önem göstererek yaptım.

K.B: Bunlarda vār olan besteleri mi kullandınız yoksa kendi kafanızdaki ifādeyi ortaya koyabilmek için eser bestelediniz mi? Meselâ a capella alanı için.

R.A: A capella için yapmadım ama orkestra için besteledim. Dilkeşhāveran makamında bir Yunus Emre ilāhisi var. Dört sesli. Tenor solo, koro ve orkestra için. Bunu yaptım. Saadettin Arel’in Yalçın Tura’nın Mutlu Torun’un… Yeni besteciler ve bu koro için bestelenen yeni eserler sipāriş ettim. Bu da bir ilkti.

Ö.Ö: Amaç yirminci yüzyıl Türk müziği oluşturmak mıydı? Form yok çünkü. Yeni bir form arayışı var.

R.A: Evet. Yok. Çoğu serbest formlarda veya bazıları batı müziği formları örnek alınarak Türk müziği üslūbunun dāhil edildiği, meselā İhsan Özer’in yazdığı Devran diye şiirsel bir müzik. Senfonik poem değil de şiirsel müzik diye adlandırma buldu ona. Mutlu Torun’un Sevdā Rüzgârı diye koro ve orkestra eseri. Serbest köçekçe tarzında bir eser olmuştu. Yalçın Tura’nın Şeyh Galib’e Saygı kantatı. Batıdaki kantat formunda ama tamāmıyla Türk müziği makamları kullanılarak yapılmış bir çalışmaydı. Saadettin Arel’in bu yolda yazılmış eserleri.
Türk müziğinde çokseslilik olurdu, olmazdı, olursa nasıl olur tartışmalarının yapıldığı bir dönemde biz futamızı, peştamalımızı önümüze kuşanarak nasıl yapılmalı ve yapıldığı zaman kar helvası olmamalı denilen noktada bu çalışmaları yaptık. Meselā Kaptanzāde Ali Rızā Bey’in Denizde Akşam ve Son Dilek gibi şarkıları vardı; bunlar orkestrasyon ile icrā edildi. Yalçın Tura’nın, Mutlu Torun’un, benim, İhsan Özer’in Fırat Kızıltuğ’un… Yāni son dönem bestecilerinin yeni eserlerinden bir repertuvar oluşturuldu. Bunlar ısmarlama ve hemen seslendirilme sūretiyle yapıldı. Çok ciddi ve yoğun çalışmalarla seslendirildi. Hatta bāzıları plağa kaydedildi. Klasik repertuvar alanında da husūsi ve bugüne kadar seslendirilmemiş olan eserlerin seslendirilmesi yolunu takip ettim. Meselā icrā heyetinde yaptığım Acem faslı gibi. Boğaziçi Üniversitesinde kezā Zekâi Dede’nin Sipihr semāisi, Ebūbekir Ağa’nın Yegâh kârı meselā. Kâr dediğimiz zaman Nevā kâr ile başlayıp Māhur kâr ile biten, Rast kâr ile gidenler aklımıza geliyor. Ebūbekir Ağa’nın kârını hiçbir yerde duymuyoruz. Veya III. Selim’in Şevkutarab kârı. Onu ilk defa Ayangil korosu ile seslendirdim. Sonra bir kere Ahmet Özhan’ın korosunda İhsan seslendirtti gāliba. III.Selim albümünde Büzürg bestesi, Pesendîde bestesi..

Ö.Ö: Uyan Ey Gözlerim var. Bir şey söylemek istemiyorum gerçi…

R.A: Tabiî bunlarda hep oryantal yaklaşım, şarkkâri yaklaşım var. Ben buldum, ben yaptım, ilk defā ben yaptım diye yaklaşıyorlar. Ne diyeyim ben sana! Allah müstahakkını versin. İyi yapmışsın. Biz bunun ilk icrāsını 1970’li yıllarda Boğaziçi Üniversitesinde yapmışız.

Ö.Ö: O hikâyeyi anlatır mısınız hocam. “Uyan ey gözlerim” nasıl oldu. Sizi tanıyanlar bununla tanıdı.

R.A: Ali Ufki’nin Sāz ü Söz’ü ilk defa Çağatay Uluçay tarafından bulunuyor. Hüseyin Saadettin Arel Mūsikî Mecmuāsında bunun hakkında yazı yazıyor. Efendim, Haydar Sanal buradan bazı çeviriler yapıyor, mehter mūsikîsi kitabında kullanıyor. Prof. Gültekin Oransay doktora tezi için buradaki dini eserleri Ankara İlāhiyat Fakültesi'nde veriyor. Bir sürü insan bu yazma üzerinde çalışıyor. Herkes farklı alanlarda çalışmış. Yalçın Tura kezā bāzı film müziklerinde IV.Murad’ın peşrevlerini oradan icrā ettirdi. Bunlar çok olağan şeyler. Herkese mālum bir şey. Ben de hem Şükrü Elçi’nin yazdığı kitap üzerinde hem de sonradan British Library’den mikrofilmini getirterek daha temizinden çalıştım. Bir de 1991’de Londra’ya gittiğimde British Library’de kitabın kendisini gördüm.
Açıkça söyleyeyim; o zaman Murat Bardakçı ile aramız iyiydi. Oradan tercümeleri birlikte yapardım. Ben yapar ona gönderirdim, o yapar bana gönderirdi. Burada dosyaları var.

Ö.Ö: Tanışmanız nasıl olmuştu?

R.A: 1970’li yıllarda Boğaziçi Üniversitesini çalıştırdığım zamanda Ankara’da öğrenciydi. İktisādi ticāri ilimler akademisi mi ne öyle bir şeydi; bitirdi mi bitirmedi mi bilmiyorum. Ben Türk müziği devlet konservatuarında 1976’dan itibaren önce akordör olarak çalışmaya başladım sonra ders vermeye başladım. 1980 yılına kadar. Sanıyorum ki 1976-77 yıllarında tanıştık. O İstanbul’a gelir giderdi. Bereli kānûni dermiş bana. Bere taktığım için o zamanki ifadesi öyleymiş. O zamanlar tanıştık ve çok yakın dost olduk. Birbirimizle yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez, o bende kalır ben onda kalırım, Hülyā’yı tanır filan… Sonra herhâlde hislerini düşüncelerini artık zabt-u rabt altına alamadı ve giderek bir ayrılma noktasına geldik. Nev'i şahsına münhāsır bir insandır Allah selāmet versin ama beni hayâl kırıklığına uğratmış ve kırgınlıkla buğz etmiş vaziyette ilişkimi kesmiş oldum. O münāsebetlerin doğru seyrettiği zamanda sizler yaşındayım. Yirmi dört, yirmi beş yaşındayım. O zaman o bir şey yazar ben ona gönderirim. Sen şurayı yanlış okumuşsun, ben burayı böyle okudum falan filan birbirimizi sınarız. Şimdi televizyonda herkesle yaptığı çatışmayı birlikte yapardık. Her neyse, “Uyan ey gözlerim”de yer alanları 1988’de seslendirdim. O zaman da onunla ilişkiyi kesmiş vaziyetteydim çünkü 1970’li yıllarda üç tanesini seslendirdik konserlerde. Sonra Amerika’da kānûni sergisi açıldı Özal zamanında. Uyan ey gözlerim’in konserden alınmış bir kaydını o sergide çalmışlar. 1978’deki İstanbul Festivali’nde Galata Mevlevihānesi’nde seslendirdik. O konserden alınan kaydı Amerika’daki sergide çalmışlar. Bunu San'at Olayı dergisinde, benim haberim yok, Ülkü Karaosmanoğlu yazdı. "Amerika’daki sergide Rūhî Ayangil’in konserinden Uyan ey gözlerim çalınıyor, bu eserin niye düzgün bir kaydı yoktur?" diye not düşmüş. Bunun üzerine, yaptığım tercümeler vardı, hadi bir gayret stüdyoya girelim bunları kaydedelim dedik. Para pul yok, sponsor yok. Ben onları yazdım, ettim, eyledim, çevirdim ve onların metin okumalarını Orhan Şāik hocaya götürdüm. Bunları çevirdim, metinlerde yanlış bir şeyler var mı n’olur kontrol eder misiniz diye. Nurlar içinde yatsın. Kütüphāne odası vardı evinde. Gece yarısı bu saatlere kadar (02:00) kontrol ettik bilmem ne. "Sen mi okudun bunları" dedi. "Ben okudum" deyince "āferin sana" dedi. Arada çözemediğimiz bāzı şeyler var. Lûgatlar çıkıyor filan. 16-17. yüzyılın Türkçesi. Ahmet Suphi Fırat girdi devreye. Bir sürü başka insanlarla da metinleri kontrol ederek yaptık. Hepsi Ali Ufki’nin el yazması, kaligrafisi metinler. Orada ne Murat vardı ne başkası. Ben onu 1988 yılında Uyan ey gözlerim diye kasete aldım ve Türkiye Yazarlar Birliği yılın san'atçısı ödülü verdi o çalışmadan ötürü. Epey sonra Asya Finans belli bir ücret karşılığında tekrar basmayı teklif etti. İşte o kayıtlar esnāsında şimdi Ali Ufki uzamanı kesilen kişiler ilk defā adını duydu. Ben çıkıp da ne diye etrafta söyleyeyim bunu. Ben biliyorum, Allah biliyor. Allah’ın gâvur çocuğu İskoçya’dan yazıyor, Amerika’daki biliyor, Almanya’daki biliyor ama buradakiler bilmek istemiyor. Murat Bardakçı bilmez mi? Fikret Karakaya bilmez mi? Cem Behar bilmez mi? Şimdi hep Ali Ufkî uzmanı oldular. İnsan diskografyaya yazar en azından, değil mi!? Kitap yazsınlar tabiî, ne güzel ama yapılanı görmemek yanlış. Kim yaparsa yapsın ama yapanın hakkını teslim et. On iki tānesini yazdık san'at ödülünü aldık. Ondan sonra Hürriyet Jayceess ödülü verildi. Peşrevleri, saz semāileri İngiliz Kültür Derneği’nden Cemal Reşit Rey’e kadar yurtiçi-yurtdışı bir sürü konserde seslendirdik; broşürleri de burada.
1980 yılında kānun konçertosunu seslendirdim ilk defā. Plâğını yaptım ilk defā.

K.B: İlk yaptığınız plâk Macaristan’daki değil mi hocam? Cem Mansur ile olan...

R.A: Evet, uzunçalar yaptık. Yalçın Tura ile olan fotoğrafımız, o plâğı yapmak üzere oraya gideceğimiz sabah bu saatlerde (sabah üç suları kastediliyor) orkestrasyonun son notalarını alırkendi.
RuhiAyangil%20Besteci%20Yal%C3%A7%C4%B1n%20Tura%201988.jpg
Ö.Ö: Ferid Alnar çalmış mıydı o eseri?

R.A: Çalmıştı. Kendi eserini çalıyordu tabiî ki adam ama plâk kaydı filan değil, konser kaydı vardı ve ben onu aslına en uygun biçimiyle ve de kendi çalmadığı bir takım detayları da ilāve ederek çaldım. Tāhir ondan sonra geldi çaldı, āferin iyi yaptı, eşimle birlikte konserine gittim burada, tebrik ettim. "Rūhî Ağabey ben senin plâğından çalıştım dedi.. sonra bakıyorum sitesine Rūhî Ayangil de bu eseri bir, iki kere çalmıştı filan yazıyor. Can sıkıcı şeyler tabiî bunlar. Çok ayıp.
O yüzden ben işimi yaparım. Diyenler ne derse desin. İşimizi yapmak zorundayız. Ona lâf yetiştir, buna bilmem ne yap… Zaten harap oluyoruz, bir sürü çözümsüzlük içinde yoruluyoruz, bir de bunlarla vakit kaybetmemek lâzım.
Eğitim faaliyetleri bir taraftan. Film müzikleri diğer taraftan. TRT için Itrî dizisinin müziklerini yaptım. Çok beğenen olmuştu. Itrî’nin müzikleri dışında jenerik müziklerinde Tūtî-i mūcize guyem’den yola çıkarak Türk çalgıları için polifonize ederek yazdım ve bayağı ilgi derleyen bir şey oldu. Sonra "Osman Bey ve Ailesi" diye bir dizi vardı. Onun müziklerini yaptım. Peyāmi Safā kitabından uyarlama olan "Fatih-Harbiye" vardı. Onun jenerik ve iç müziklerini yaptım.

Ö.A: Film veya dizi müziği bestelemenin normal bir eser bestelemekten ne kadar farkı var?

R.A: Çok farkı var tabiî. Senaryo okuyorsunuz, döneme göre enstrümanlar kullanılmalı.


Ö.A: Hangisi daha kolay geliyor peki?

R.A: Çok eğlenceli oluyor. Mesela gerilim müziği yazmanız lâzım. IV. Murad koridorlardan kaçırılıyor. Haremde Kösem Sultan’a baskı yapılıyor. Güzel tecrübeler, hoş şeyler… Müziği o zaman bütün bir palet gibi düşünüyorsun ve uygun yerlere uygun şeyleri yerleştirmeye çalışıyorsun. En son Mimar Sinan belgeselinin jenerik ve müziğini yaptım. Orada Sinan isimli bir Rast peşrev var meselā.


Ö.A: Bu çalışmaları yaparken garb kafasıyla mı düşünüyorsunuz yoksa şark kafasıyla mı?

R.A: Vallāhi ben her türlü kafayla düşünüyorum. Piyanonun başına da oturuyorum, kānunun başına da. Son belgeselde senfonik bir Rast peşrev yazdım örneğin.

Ö.Ö: Ön çalışma olarak ne yapıyorsunuz? Dönem bestesi yapacaksınız…. Yunus Emre meselā...

R.A: Konu üzerine yoğunlaştığın zaman çıkıyor. Bir motif geldi, Dilkeşhāveran ilāhi çıktı. Bunu dört sesli koroya uygulayayım diyorsun, orkestralı, korolu hāle getiriyorsun. Bir sürü eskizler yapıyorsun, notlar alıyorsun…


Ö.Ö: İlk duyumla son duyulan arasında büyük farklar var.

R.A: Var tabiî ki ama onu piyanonun başında tatbik ediyorum, yazıyorum, çiziyorum. Tecrübe bāzı şeyler. Son olarak şunu söyleyeyim ki, bir şeylerin olgunluk derecesi tecrübe ederek daha iyi anlaşılıyor.
K.B: En son olarak, Saz ve Söz hakkındaki düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
R.A: Ali Ufkî Bey Mecmua-yı Saz-ü Söz' de şu dörtlüğü kaydetmiştir:
Ömrümün hāsılı oğlum gibidir iş bu kitāb
Korkarın ben ölicek cāhil-ü nādāne düşe
İzzetin hakkı içün senden bunu umarım yā Rāb
Hayr ile yād iden sāhib-i yārāne düşe

Şimdi siz, 400 yıl önceki bu vasiyeti, dergilerinin ismini Saz ve Söz koymuş 21. yüzyıl gençleri olarak, hakkıyla tākib eden hayır sāhipleri olarak iş yapıyorsunuz. Her şeyden öte, benim ve herkesin takdîrinden öte, Ali Ufkî Bey'in bu duāsı, bu ümîdi kabul görmüş oluyor; ki sizler gibi sāhib-i yārān, yani hayırlı işler eyleyen insanlar elinde musikî bu mesajla devam ediyor ve edecek. Bu onun da 400 yıl sonra herhalde ruhunu şād etmeye değer bir girişimdir. Hepinizi tek tek alınlarınızdan öperek kutluyorum.