Mukaddime

Osmanlı/Türk musıki geleneğinin tarihi maalesef henüz yazılabilmiş değil. Bunun tek sebebi özellikle on altı ve on yedinci yüzyıllar söz konusu olduğunda – bilgi ve belge azlığı değildir. Bize ulaşmış bilgi ve belgelere bakış açısının ciddî, tutarlı ve anlamlı bir tarihyazıcılığı perspektifinden yoksun olmasıdır bunun en önemli nedeni.
- Cem Behar

Son 20-30 yıldır makam müziği araştırmalarını incelediğimizde, devrim niteliğinde bir değişimin gerçekleştiğini anlayabiliriz. Mecmua-ı Saz ü Söz, [1] Kantemiroğlu Edvârı [2] ve Kevserî Mecmûası [3] gibi nâdîde eserlerin günümüz notasına çevirilip bir nebze de olsa daha erişilebilir kılınması, 19. yüzyıl öncesinden kalma repertuvarın sayı ve nitelik olarak artmasını ve ilk kez repertuvar üstünden tarihsel ve müzikolojik çalışmalar yapılmasını sağlamıştır. Bununla birlikte, birçok nazarî eser de günümüz Türkçesine çevrilmiş, bunlar da daha ulaşılabilir bir hâle gelmiştir. Ancak bu çalışmaların sonuçları, tarihî [4] addedilen icrâlarda bile istikrarlı bir şekilde uygulanamamış, eski dönem musıkîşinaslarının varsayımlarını yorumlamak bir zorluk oluşturmuştur. Bu meselelere rağmen, bu konudaki bilgilerin ve kabul gören mantıksal çerçevelerin bir özetinin oluşturulmadığını görerek, daha bu musıkî geleneğinin sâdece bir öğrencisi olmama rağmen, bu yazıyı yazma gereği duyuyorum. Kısacası, Kantemiroğlu'nun sözlerini kullanarak, "bizde kusur kalanı da, dileriz ki, bizden sonra gelenler düzeltip tamamlasınlar." [5]

Bu yazı dizisini, çoğunlukla son bir yıl içinde, bâzen de daha öncesinde okuduğum kaynaklardan çıkardığım notlar ile, yeni okumuş olduğum Kantemiroğlu Edvârından yararlanarak oluşturmayı düşünüyorum. Bu süreçte isteğim literatürün biçimsel beklentilerinden olabildiğince uzak, veri odaklı bir şekilde yazılmış, kolayca erişilebilir bir bilgi sentezi oluşturmak. Ancak bunu yaparken, kendi estetik ve retorik tercihlerimi kullandığım (kısa bölümler/sayfalar vb.), DîvânMakam sitesinin verdiği ve normalde bir makâlede bulunması zor araçlardan yararlanan, dürüst ve açık bir yazının ortaya çıkmasını önemseyeceğim.

Son olarak, normalde sonraki yıllara sakladığım bu bilgileri paylaşma isteğini uyandıran DîvânMakam câmiasına, ve özellikle @Derûnhân'a çok teşekkür ederim.



[Q] Cem Behar, "Kevserî Mecmûası: 18. Yüzyıl Saz Müziği Külliyatı (Kitâbiyat)"

[1] Hakan Cevher, "Ali Ufkî Bey ve Hâzâ Mecmû'a-ı Sâz ü Söz (Transkripsiyon, İnceleme)", 1995.

[2] Yalçın Tura, "Musikîyi Harflerle Tesbit ve İcrâ İlminin Kitabı", 2001; veyâ Owen Wright, "Demetrius Cantemir, The Collection of Notations", 1992-1999.

[3] Mehmet Uğur Ekinci, "Kevserî Mecmûası: 18. Yüzyıl Saz Müziği Külliyatı", 2016.

[4] Tarihî icrâ tanımını bir sonraki sayfada detaylandıracağım.

[5] Tura, 13.

Kavram Olarak İcrâ

Her şeyden önce, "tarihî icrâ" gibi muğlak bir terimi başlığa koyduğum bir yazıda, anlatmaya çalıştığımın tanımını netleştirmeden herhangi bir uğraşa girmenin mantıklı olmadığını düşünüyorum. Tabii, bu da beni "icrâ"yı ve bu kavramın "tarihî" türünü tanımlamaya zorluyor. Bunu yapmak için, kelimeyi parçalarına ayırarak, yaygın olarak kullanılan sözlüklerden yararlanıp, bu yazı dizisi için kullanışlı tanımlar çıkarmaya çalışacağım. [1] Bu bazı okurlara gereksiz gelebilir, hatta sözlük kullanmamı beğenmeyecek olanlar da çıkacaktır, ancak hem kelimenin nüanslarını ortaya çıkarmak, hem de eleştirel bir bakış açısıyla kelimeleri anlamak için bunun iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum.

İcrâ kelimesinden başlayacak olursak, TDK'nin verdiği tanım maalesef musıkî geleneğimizdeki icrâ anlayışını karşılamaktan âcizdir: [2]
İcra
Arapça: icrāʾ
1. isim, müzik Bir müzik eserini oluşturan notaları sese çevirme.
(...)
4. isim, eskimiş Yapma, yerine getirme, bir işi yürütme.
Böyle bir tanımın ilk problemi, notası olmayan eserlerin veya doğaçlamaya dayalı formların "icrâ" edilemiyor olmasıdır. Bununla birlikte, bir müzik eserinin notası olması, belirli bir musıkî geleneğinin o notayı nasıl okuyup çaldığına dâir bir bilgi de vermez. Yâni, Barok dönemi Batı müziğinden Doğu Asya'daki klasik müzik geleneklerine kadar birçok yerde sıkça karşılaştığımız gibi, notayı "kağıtta görüldüğü şekliyle" çalmak, o gelenekte istenen ve beklenen tavıra ters düşer.

Müzik tanımından genel tanıma geçtiğimizde ise, "bir işi yürütme" şeklinde, daha kullanışlı bir tâbir ile karşılaşırız. Burada, tanımın net olup olmadığını bir yana koyarak, "yürütme" işlemiyle, "iş"in bütününün arasındaki farka dikkat çekmek isterim. Tanıma göre, bir işin icrâsı, o işi "yürütme" sürecinden önce oluşturulmuş bir bilginin varlığını gerektirir; yâni bir işin nazarî ve amelî kısımlarının ayrımını.

Kubbealtı Lugatı'nın yorumu çok farklı olmasa da, arada küçük, ancak önemli farklar vardır: [3]
İcrâ
(ﺍﺟﺮﺍﺀ) i. (Ar. cereyān "akmak, vâki olmak, yürümek"ten icrā')
1. Bir şeyi fiil hâline getirme, yapma, yürütme, uygulama.
(...)
4. mus. Bir mûsikî parçasını, notalarını ağızla veya bir çalgı ile seslendirmek sûretiyle söyleme veya çalma.
Buradaki musıkî tanımı, aradan "nota" kavramını çıkararak daha isâbetli bir anlam oluştursa da, bize daha fazla bilgi verecek bir durumda değildir. Genel tanım da TDK'nin tanımından daha net bir şekilde benzer bir şeyi ifâde eder; "fiil hâline getirme", buradaki en önemli tâbir olabilir.

Sonuç olarak, icrâ kavramına getirebileceğimiz en genel ve isâbetli tanım, "teorik bilgileri fiil hâline getirmek" olabilir. Tabii burada "bilgi"yi geniş anlamda yorumlamak gerekir; musıkî alanında bilgi, kitapta yazan yazıdan geleneksel söylemlere, kağıttaki notadan kas hafızasına kadar geniş bir yelpâzeyi içine alır. Burada önemli olan, icrâ derken bahsettiğim kavramın, nota çalmakla bitmediğidir.

Bu bilgilerden yola çıkarak "tarihî icrâ"yı da açık bir şekilde tanımlayabiliriz, "tarihî" kelimesinin anlamı "tarihle ilgili" gibi bir tâbirden ibâret olduğundan, "tarihî icrâ"yı "teorik bilgilerini tarihsel kaynaklardan alan icrâ" olarak daraltabiliriz. Ancak maalesef bu konuda tanım, bütün sürecin en kolay kısmı; bunun neden olduğunu bölümün sonunda göstermeye çalışacağım.



[1] Tanımlarımda bir "mutlak doğruluk" kaygısı içinde değilim, amacım herkes tarafından kolayca anlaşılabilecek, yazı dizisi boyunca aynı kalacak tanımların oluşturulması.

[2] Türk Dil Kurumu: Güncel Türkçe Sözlük, "icra"

[3] Kubbealtı Lugatı, "icrâ"

Bir Benzetme

Bu ilk ve kısa bölümün sonu olarak ise, sizden bir isteğim olacak. Bu istek, 15. yüzyıl İstanbul'unu araştıran bir tarihçi olduğunuzu düşünmeniz. Elinizde belli bilgiler, veriler var; bunlar şehirle ilgili bir miktar fikir edinmenizi sağlıyor. Meşhur binalar, semtler, şehirleşme yapısı; bunları anlayabiliyorsunuz. Ancak, elinizdeki bilgiyi öğrenmek isteyen ben, sizden 15. yüzyıl İstanbul'unun sokak düzeyinde haritasını çıkarmanızı istesem, ne kadar uğraşırsanız uğraşın, kaynaklarla desteklenmiş bir bilgi veremezsiniz; ki bu, istenen amaca (İstanbul'un 15. yüzyıldaki yapısını öğrenmek) uygun bilgiyi elimizde bulundurmamıza rağmen, benim şartlarımın sınırlayıcılığı nedeniyle bilginin kullanılamaz hâle gelmesindendir. Yâni "belge eksikliği" gibi görünen bir problem, aslında şartlandığımız metotla ilgilidir.

Bu "belge eksikliği" problemi, musıkî çevrelerinde de sıkça zikredilen bir meseledir. Meselâ, 19. yüzyıl öncesi icrâ şeklinin "yazma geleneği olmamasından" bilinemez olduğu hep söylenir. Ancak şahsen, makam müziğindeki belge eksikliğinin, yazma geleneği olmamasından kaynaklanmadığını düşünüyorum. Bence asıl mesele, hangi bilginin yazılıp hangisinin yazılmayacağı konusundaki bir düşünce farklılığıdır. [2] Şöyle örnek verelim, makam sistemini anlatan bir tez, sâdece 15. yüzyıldan bahsederek 400 sayfayı dolduracak bilgi bulabilir durumdayken, [3] bu dönemden kalan (veyâ kaldığı iddia edilen) eserlerin hepsini toplasak bir fasıl bile icrâ edemiyoruz. Batı müziğini araştırmış olan biri buna büyük bir bilgi dengesizliği gibi bakabilir, ancak bu hiçbir yazma geleneği olmayan bir kültürün değil, nota yazma geleneği olmayan bir kültürün sonucudur. Kaynaklar vardır, ancak nota değil, nazariyata dayalılardır; bu nedenle "nota-merkezci" bir analiz, ana hatlarıyla eserlerin değişimini göstermek için en iyi yöntem olsa da, 20. yüzyıl öncesi bir icrâyı dinlemek gibi bir şansımız olmadığı için, kâğıt üstünde kalır, icrâya etkisi azdır. [4]

Sayfa başındaki benzetmeye geri dönecek olursak; elimizdeki bilgiyle, 15.yüzyıl İstanbul'unun yapısını günümüze yansıtabilecek en mâkul araç, sâdece onda biri dolu bir harita değil, bütün bildiklerimizden yola çıkarak yapılan mantıksal çıkarımlar ve açıklamalar bütünüdür. Musıkî alanında da durum benzerdir, nota bilgileriyle (yâni onda dokuzu boş bir haritayla) yetinip, günümüz icrâsını zamanın eserlerine giydirmeye çalışırsak, Eski İstanbul'un haritasını yaparken bilmediği yerleri günümüzdeki binalar, sokaklar ve parklarla dolduran bir tarihçi oluruz; bu da bizi gerçeğe yakınlaştırmaz. [5] Bunun yerine, zamanın literatürünü (yâni nazariyat kitapları, mecmualar vb.) dikkatlice inceleyerek, çıkarımlar yaparak, icrâmızı, verinin bize en mâkul gelen sentezine göre ayarlayarak, ve en önemlisi, gerektiği zaman cesaretli davranarak yaptığımız icrâlar, kusursuz olmasa da, dinleyiciye tarihî belgelerden yapılan çıkarımları çok daha iyi anlatır; eskinin tam aynısı olmayacaktır, ancak eskiden kalan veriyi en iyi kullanan icrâ türü olur.

En son olarak şunu da söylemek isterim. Şu an önerdiğim metot, makam müziğine yabancı değildir; bazıları Türkiye dışında, bazıları da Türkiye içinde olmak üzere birden fazla musıkî topluluğu bu metotu belirli bir seviyeye kadar kullanmıştır. Bu yazı dizisinde de çoğunlukla, bu örnekler üzerinden gideceğim; grupların, eserleri yorumlarken, belgelerdeki bilgileri (bilerek ya da bilmeden) sentezleme şekillerini, ve elimizdeki mâlûmata bu yorumların uyup uymadığını tespit etmeye çalışarak bazı konularda fikir birlikleri, bazı konularda ise birden fazla öneri ile bölümleri bitireceğim.



[1] Hakan Cevher, "Ali Ufkî Bey ve Hâzâ Mecmû'a-ı Sâz ü Söz (Transkripsiyon, İnceleme)"; Önsöz, 1995.

[2] Batı merkezli bir düşünce şekline göre farklılık.

[3] Özgen Küçükgökçe, "XV. Yüzyılda Makamlar", 2010.

[4] Örnek olarak, Ali Ufkî eserlerinin çoğunun, Kevserî ve Kantemiroğlu'nun yeni eserlerinden daha hızlı çalındığı kabul gören bir düşünce şekli olmasına rağmen, ikisinin zamanından da (doğal olarak) icrâ kaydımız bulunmadığından, bu değişimin hangi tempolardan hangi tempolara geçişe denk geldiğini anlayamayız.

[5] Bu düşünceme, İstanbul'un son 5 yüzyılda değiştiği miktarın, makam musıkîsinin değiştiği miktârdan fazla olduğu düşüncesiyle, veyâ makam musıkîsinin pek de değişmediği iddiasıyla karşı çıkılabilir. Ancak bu çıkarım, eğer bir belgeye dayandırılacak ise, tarihî niteliği olmayan bir belgeye dayandırılamaz. Yâni ilginç bir şekilde, eski dönem musıkîsinin yeni dönem musıkîsine benzediğini savunmak bile (ya da eski haritanın yenisine benzediğini savunmak), bahsettiğim "yeterince benziyordur zâten" tavrından kurtulmayı ve araştırmayı gerektirir.