Mehmet Güntekin, Türk musikisi ile ilgili herkesin yakından tanıdığı bir isim. İcracılığının yanısıra yazarlık, dergicilik, koleksiyonculuk, televizyon programcılığı gibi vasıflarıyla tanınan Güntekin, bir süredir Kültür Bakanlığı İstanbul Devlet Türk Müziği Korosu'nun müdürlük görevini de sürdürmekte. Buna ek olarak, 2009 senesinin son aylarında İstanbul 2010 Kültür Başkenti Ajansı'nın Türk Müziği Direktörlüğü görevine atandı. Bunun üzerine kendisiyle röportaj isteğimizi memnuniyetle karşılayarak bizi Yıldız'da bulunan Kültür Bakanlığı İstanbul Devlet Türk Müziği Korosu Müdürlüğü'ndeki odasında ağırladı.
Okan Yunusoğlu: Mehmet Güntekin bu işe amatör olarak başlamış biri. Okuyucularımızın pek çoğu kendisini tanısa da, bir de Mehmet Güntekin'den dinleyebilir miyiz hikayesini? Bugün olduğu noktaya nerelerden geçerek, nasıl geldi? Anlatabilirse memnun oluruz.
Mehmet Güntekin: Söylediğiniz gibi, müziğe profesyonelliği düşünmeksizin başlamış birisiyim. Çocukluğumda evimiz, bana bir müzik ortamı sağlıyordu. Babam müzik meraklısıydı. Çok okur, yayın takip eder, Türk Müziği ile ilgili ne bulursa toplardı. Hatırlıyorum, Yılmaz Öztuna'nın Türk Musikisi Ansiklopedisi ve Türk Bestecileri Ansiklopedisi, Mustafa Rona'nın 50 Yıllık Türk Musikisi, çeşitli dergi ve gazetelerin müzik sayfaları gibi ne kadar popüler kaynak varsa evimizdeydi.
Korkutalp Bilgin: O civarda belki başka türlü ulaşma imkanı olmadığından dolayı hassasiyet gösteriyordu.
M.G: Belki. Bir de pikabı vardı. Onu kişileştirmiş, adını da Hacı Arif Bey koymuştu. Keyfi geldiği zaman, "Mehmet getir Hacı Arif Bey'i" der, ben de Hacı Arif Bey'i, yani pikabı getirir, plakları sırayla takmaya başlardım.
K.B: Pikabın da herhalde sesi güzeldi ki adı Hacı Arif Bey olmuş...
M.G: Tabii onda çalınan plaklara da bağlı. Dönemin ünlü ses sanatçılarının plakları… Özellikle Selahattin Pınar’ın şarkılarına düşkün olduğu için Mediha Demirkıran’ın Pınar 33’lüğü favorilerindendi. Alaeddin Yavaşça'nın 45'likleri, 33'lük fasıl plakları... Onları dinleyerek büyüdüm.
1969 yılında ailece İstanbul'a gelmiş, Kapalıçarşı'yı geziyorduk. Müzik aletleri satan bir dükkânın önünde babam ablama "Sana piyano alalım mı?" diye sordu. Ablam, sanırım mandolin çaldığından dolayı kendisine daha yakın bulmuş olacak ki, "Piyano istemem, gitar olsun" deyince, "Öyleyse ud alayım" diye teklifini değiştirdi. Ablam da ona mırın kırın edince o zaman "İkimizin dediği de olmasın, akordeonda anlaşalım" dedi ve öyle yaptı! (Gülüşmeler).
Bafra'ya döndük, ablam o akordeona elini sürmedi. Akordeon sürekli benim elimde. Babaannemden öğrendiğim bir şarkı vardı, ilk öğrendiğim şarkıdır "Yıldızların Altında"; ilk olarak onu kendi kendime çaldım. Bir kasaba orası, babannemden ilk öğrendiğim şarkı Kaptanizade Ali Rıza Bey’e ait. Nasıl, nereden öğrenmiş bilmiyorum. Hiç tanıyamadığım, çünkü ben doğmadan önce ölen dedem de müziğe çok düşkünmüş. Çiftliğimizde ud çalan “Arnavut” lakaplı bir bahçıvan çalışırmış. Onunla akşamları fasıl yaparlarmış. Evimiz öteden beri müziğe aşinaymış yani. 1976 yılında Bafra'da bir musiki cemiyeti kuruldu ve ben akordeonumu alıp oraya gittim.
K.B: Kaç yaşındasınız o zamanlar?
M.G: 13 yaşındayım. Cemiyet kurulmadan önce de Bafra'da belediyede çalışan Türkay Gündoğdu adlı bir ağabeyimiz, açtığı sazevinde, mesai harici gün ve saatlerde bağlama ve çalgı tamiri yapar, saz dersi verirdi. Yetenekli biriydi ve güzel bağlamalar yapar, çok da güzel çalardı. Hatta bir süre sonra kendisine bir de tanbur yaptı. Sonradan cemiyet açılınca tanbur çaldı. Ben de çocuk yaşta o sazevine sık sık giderdim. Müzik üzerine sohbetleri dinlemekten çok hoşlanıyordum.
Zamanla kurs görenlerden özendim ve ortaklı dükkânımızda çalışmamın karşılığı olarak aldığım haftalıklardan biriktirdiğim parayla Türkay ağabeye kendim için dut ağacından bir cura yaptırdım. Böylece akordeon yanında ikinci bir sazım oldu. Curayla da ilk olarak Koyun gelir yata yata türküsünü öğrenip çalmıştım. O atölye bir musiki mahfili haline gelmişti. Sazını kapan orada buluşurdu. Allah rahmet eylesin, Kemani Osman Taşkıran, Kemani Muhlis Çakmaklı ve Udi Necati Çelik (bildiğimiz Necati Çelik değil, ad benzerliği), ömürleri uzun olsun Kanuni ve Kemani Sedat Mete, Kemani Mahmut Koçbay… Çalar söylerlerdi. Oraya gelip gidenler "Böyle olmuyor, bir cemiyet kuralım" dediler ve Bafra Musiki Cemiyeti'ni kurdular.
Bafra’da 50'li yıllarda bir cemiyet varmış ama kapanmış. Yakınlarda kaybettiğimiz, Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne 50 yıl hizmet etmiş Tanburi Nafiz Anarat da o oluşumun lideriymiş. Ondan da daha önce Cumhuriyet'in ilk yıllarında sıkı bir cemiyet daha varmış ve hocası da kimmiş biliyor musunuz? Giriftzen Asım Bey! Ne alakası var diyeceksiniz… O tarihlerde Giriftzen Asım Bey vaktiyle sürgün olarak geldiği Amasya'da yaşıyormuş. Belli aralıklarla Amasya'dan Bafra'ya gelir, öğreteceklerini öğretir, "Bir dahaki gelişime kadar çalışırsınız" dermiş. O zamanki yol şartlarını düşünün. Fotoğrafları var. Bunlar müzik geçmişimde beni şaşırtan ve müziğe bağlayan noktalar.
1976’da Bafra Musiki Cemiyeti kurulup ben de çalışmalara katılmaya başlayınca, o resmi gördüm yaşlı bir zatın elinde. Bafralı müzik meraklıları ve Giriftzen Asım Bey! Bafra nere, Asım Bey kim?! Fotoğrafı gösteren Muhlis Çakmaklı, ailesi Yunanistan mübadili, son derece beyefendi biriydi. Aslen batı usulü keman çalardı. Geçmişe meraklı bir çocuk olduğumun farkında ve özel bir ilgi gösterirdi. Bir gün cebinden itina ile çıkararak o eski cemiyet zamanından bir resim gösterdi ve "Aramızdaki beyaz elbiseli zat kim biliyor musun?" diye sordu, "Kim?" deyince "Giriftzen Asım Bey" dedi. Babamın kitaplarını hıfzettiğim için bestekârların hayat hikayelerine kadar biliyorum. Asım Bey’i tanımam mı? "Aa! Giriftzen Asım Bey ne arıyor Bafra'da?" diye hayretle sordum. "Bizim hocamızdı, Amasya’dan gelir giderdi" dedi.
Giriftzen Asım Bey ile müzik yapmış kişi Muhlis Çakmaklı'yı tanıdım ve ben de onunla müzik yaptım. Asım Bey, Atatürk Harbiye’de talebe iken kurduğu musiki topluluğunun hocası. Dolayısıyla Atatürk’ün de musiki hocası. Bakın işte; bize uzak sandığımız zamanla aramız halbuki ne kadar yakın! Atatürk’le müzik yapmış Giriftzen Asım Bey ile çalışan Muhlis Amca’yla ben birlikte sahneye çıktık! Birden, insanın kendini bir derinliğe ait hissetmesine sebep oluyor bu tür şeyler. O çocukluk çağımda, önemli bir iş yapıyorum duygusu yaşadığımı ve daha da heveslendiğimi hatırlıyorum.
Girdik akordeonla cemiyete… Tabii akordeon çok uygun bir saz değil. Hatta ilk konserimizde hatırlıyorum, Hüzzam faslı yapılıyor, tabii bazı sesleri vermesi mümkün değil, batıyor insana. Bir şey de demiyorlar bana, kırmamak için. Çünkü cemiyetin maskotu gibiyim, el üstünde tutuluyorum. "İstersen şarkı söyle" diyor şefimiz, ama ben ille bir şey çalmak istiyorum. "Peki" diyor, ama ben de hissediyorum olmadığını aslında. Kritik perdelerde es geçiyorum. Baktım olmayacak böyle, beni de kırmamak için çalma falan demiyorlar, kanuna merak sardım. Çok iyi kanun ve keman çalan Sedat Mete vardı; şimdi Samsun Devlet Korosu'nda kemani. Onun sazıyla kanuna başladım. Hemen o sıralarda İstanbul'a bir gelişimde kanun edindim. Kanundan anladığım yok; vitrinden kötü bir kanun almışım.
Uzun zaman, 1985’lere kadar kanun çaldım. Hem cemiyette, hem de Bafra'daki Roman gruplarla birlikte ve sonraları üniversite yıllarımda. Bafra'daki Roman gruplarda klarnet, keman, ud, darbuka, cümbüş çoktu, ama kanun hiç yoktu. Yani onların ayarında çalamasam da hem beni desteklemek, hem de ekibimizde nadir bir sazımız da var diye göstermek için olacak, beni aralarına aldılar. Düğünler, eğlenceler, gezmeye başladım. Sağolsunlar, aralarında perde hakimiyetleri ve repertuvarları ciddi çapta olan çok iyi müzisyenler vardı. Mesela rahmetli Osman Taşkıran, inanılmaz bir müzikaliteye ve fasıl repertuvarına sahipti. Dükkanımızda da çalıştığım için desteğim aksadıkça babam bozulmaya başladı. O sırada musiki derneği çalışmaları da devam ediyor. O bir yıllık, hem piyasa hem cemiyet çalışmasıyla yoğun geçen dönemin ardından, 77 yılında lise için İstanbul'a geldim. Kabataş Lisesi'ne. Kanunu getiremedim; yatılı okul. Okulun çoksesli korosuna katıldım. Hocamız Hasan Özak. Müzikten kopmamak için koroya devam ediyorum, ama okul şarkıları beni kesmiyor. Bir haftasonu gidip kendime bir cümbüş aldım. Teknesi metal olduğu için yatılı okulda daha dayanıklı olur diye düşündüm. Siyasi atmosferin çok gergin olduğu bir dönem.
O.Y.: 80 öncesi?
M.G: Evet 77-78. Okulda sürekli arbede çıkıyor, gerginlikler, kavgalar, Kanlı 1 Mayıs dönemi… Benim o zamana kadar çok iyi olan öğrencilik hayatım 77’de bitti adeta. Çünkü İstanbul sevdası galebe çaldı. Gez Allah gez! Okuldan kaçıp İstanbul’u keşfe çıkardım. İlk kez 6 yaşında gördüğüm İstanbul’a aşığım. Çocukluğumdan itibaren hep İstanbul'a kaçma hikayelerim vardır. Bir şeye kızmayagöreyim! Hemen İstanbul’a kaçmayı planlardım. Nihayet o kaçış fikri yasal bir yola girdi; okul için geldim. Bu arada tabii dersler kötü gitti... Siyasi ortam da çok kötü olunca, babam "Biz seni sokakta bulmadık" diye geri aldı beni Bafra’ya. Bir sene kaybetmiş oldum, Bafra'ya içim kan ağlayarak geri döndüm.
Lise, 12 Eylül öncesi sürecini çok çok gergin bir ortamda ve tam merkezinde yaşamak üzere Bafra’da bitti. Ama diyebilirim ki şu an tamamen talihli olduğum için yaşıyorum. Kaç arkadaşımız ya dışarıda olaylarda, veya içerde öldü. Bizim alacak nefesimiz varmış. Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra o hırgür bıçakla kesilir gibi bitti ve ortaya çıkan derin sessizlikte müziğe daha fazla düştüm. Üniversite sınavına girip İstanbul Siyasal Bilgiler'i kazanınca asıl İstanbul hayatım başlamış oldu.
Asıl dönüm noktası ise şöyle oldu… Okula kayıt işlemlerini yaptırırken Medikososyal binasının önünde işlem için sıra bekliyorum... Sıra bana yaklaştığında, üst katlardan bir müzik sesi işittim. Bir kemanla bir kanun Şeddiaraban Saz Semaisi'ni çalıyorlar. Kuyruğu falan bıraktım, hemen üst kata… Bir baktım plak mlak değil, hakikaten iki kişi ciddi ciddi çalıyor, rahatsız da edemedim... Karşıda bir oda açık, girdim, "Burası neresi, hastane değil mi?". Masada oturan kişi, "Yok hastane değil, burası medikososyal" dedi. "Ama müzik var?" " Üniversite Korosu burada çalışıyor" dedi.
Şimdi geriye gidelim, babamın aldığı Türk Bestecileri Ansiklopedisi'ni satır satır kimbilir kaç kez okumuşum. Orada hep bir Üniversite Korosu lafı geçer. Alaeddin Yavaşça, Nevzad Atlığ, Selahattin İçli, Necdet Yaşar... hepsinin biyografisinde... "Bu, Nevzad Atlığ'ın, Necdet Yaşar'ın Üniversite Korosu mu?" diye sordum. "Evet" dedi o kişi gülümseyerek. "Buraya girebilir miyim?" dedim, "Üniversite öğrencisi isen tabii ki” cevabını aldım. "Çalar mısın, söyler misin? Neye ilgi duyuyorsun?" sorusuna, "Kanun çalıyorum" diye cevap verdim. "A, ne güzel, ihtiyacımız vardı zaten. Peki, nota biliyor musun?" deyince, "Bilmiyorum, ama bildiğim eserleri çalıyorum" diye açıkladım. "Maalesef öyle olmaz; sazda nota bilme şartı arıyoruz. Ama koroya ses olarak katılabilirsin" dedi. Kendimce iyi bir kanuniyim ya, bozuldum! İçimden, “Siz bilirsiniz, neyi kaybettiğinizi bilmiyorsunuz!” gibi düşüncelerle geri dönüp merdivenlere yöneldim.
Fakat o saz eseri çalışması devam ettiği için sesler beni sarmış durumda. Üstelik bir de çocukluğumdan beri hakkında büyük isimlerin gelip geçtiği yer olarak bilgi sahibi olduğum “Üniversite Korosu” imajı! Merdivenin başında durdum, kös kös geri döndüm. "Koroya katılayım o zaman" dedim (gülüşmeler). "Peki, oku bakalım birşeyler" dedi o yetkili şahıs. Bafra’da bir Hüzzam faslı yaptığımızı söylemiştim ya... “Ada’nın yeşil çamları" dedim. Okudum, "Güzel, güzel" dedi, "Seni aldık koroya". Meğer o kişi Fatih Salgar'mış! Süheyla Altmışdört’ün muaviniymiş ve pazartesi günleri koroyu o çalıştırıyormuş.
Hemen o gün Üniversite Korosu’nun çalışmalarına başladım. Aşağı kattaki kayıt kimin umurunda? Üniversite Korosu’na girmişim ben! O gün Uşşak radyo programının çalışması yapılıyormuş. Dolayısıyla Üniversite Korosu’nda ilk geçtiğim makam Uşşak, ilk eser de Hacı Ârif Bey’in Büyük Meyhane’si oldu. Daha önce hiç tanımadığım, bilmediğim, görmediğim eserler. Giriş o giriş.
Okulumla ilişkim, ilk seneden sonra tamamen ikinci plana düştü. Kendi okulumdaki derslerden çok, mesela Türkoloji’de rahmetli Mehmet Çavuşoğlu’nun Metin Şerhi derslerini tercih ederdim. Veya Edebiyat Vakfı’nın Yeşilay İşhanı’ndaki Çarşamba Toplantıları’na devam ederdim. Süheyl Ünver başta olmak üzere birçok önemli kültür adamını dinlemek suretiyle adeta bir alternatif üniversite hayatım oldu. Peyami Safa, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Samiha Ayverdi gibi birçok temel külliyatı o dönemde devirdim. Okulda Tarık Zafer Tunaya’nın, Ersin Kalaycıoğlu’nun, Ülkü Azrak’ın, Aydın Aybay’ın, Burhan Şenatalar’ın, Ahmet Güner Sayar’ın, Bakır Çağlar’ın dersleri varsa onları kaçırmak istemezdim. Bir de Şerif Mardin gibi bir isim konferans verecekse ona… Başka bir dolu derse hemen hiç uğramazdım. Görevmiş gibi veya sınavları geçmek için değil de zevk için, öğrenmek için izlediğim bir üniversite hayatım oldu diyebilirim. Bu da elbette ki sonuç itibarıyla “başarısız” bir öğrenciyi ortaya çıkardı. Başarının ölçüsü sınav sistemi üzerine kuruluydu çünkü.
Hayatımın merkezinde Üniversite Korosu vardı. Biz Süheyla Hanım'la yıllarca, hoca-talebe ilişkisinden çok anne-evlat gibi bir beraberlik yaşadık. O hava iyice sarıp sarmaladı beni. Sabahın köründe Üniversite Korosu'na girer, okulda çok önemli bir şey yoksa sadece koroda vakit geçirirdim. Okurdum, notaları yazar, basardım. Fotokopi yok o zamanlar tabii. Nuh Nebi’den kalma bir teksir makinesi var, düzeneği bozulmuş… Biliyor musunuz nasıl çalışır? Gestetner mumlu kağıtlar vardır. Ucu köreltilmiş toplu iğneyi tükenmez kalemin içine tersten sokuyorsun, onunla nota yazıyorsun. Sonra mumlu kağıdın altını çıkarıyorsun, üstte kalan kağıdı hava boşluğu kalmayacak biçimde tanburanın etrafına tersten sarıyorsun. Tanburanın haznesine boyayı sıkıyorsun. İyice yediriyorsun, birkaç kez boş çevirip mürekkebin her yere eşit dağılmasını sağlıyorsun. Düzenek bozuk olduğu için kağıdı otomatik olarak baskıya almıyor. Parmak yalayarak tek tek kağıtları makineye vermek gerekiyor. Ama aynı anda da diğer elle tanburanın kolu çevrilecek. Dil, sağ el ve sol elin öyle bir koordine olması lazım ki, belirli bir zamanda göndermezsen yarım çıkıyor, bozuk çıkıyor ama öyle bir otomatiğe bağladım ki iki el, ve dil sürekli çalışıyor; makinenin belki de bozuk olmadığı zamanındaki performansından daha süratli iş çıkarıyorum. Şimdi o manzarayı düşününce komik geliyor. Şarlo'nun Asri Zamanlar filmindeki yemek yedirme makinesi gibi. Ve uzun lafın kısası; müthiş bir Üniversite Korosu sevdasıyla sabahlardan akşamlara kadar müzikle yattım, müzikle kalktım. Okul, hakgetire…
O.Y.: Sizin okulun hep kötü gitmeye meyli varmış...
M.G: Ortaokulun sonuna kadar çok parlak bir öğrenciydim. Bafra’daki lise hayatım da hiç fena değildi. Bafra Lisesi'nde 41 kişiydi sınıfımız, 41’imiz de Türkiye’nin en iyi okullarını kazandık. Ve İstanbul'da okul böyle kötü gidince ben kendimi tamamen müziğe verdim. Yıl 1984, koroda iki yıllığım. Bir gün Süheyla Hanım bana "Sınavlara başvurdun mu?" diye sordu. "Ne sınavı hocam?" dedim. "Devlet Korosu sınav açtı ya" dedi. Kıpkırmızı olduğumu hatırlıyorum. "Acaba terbiyemi mi sınıyor?" diye düşündüm. "Estağfirullah hocam" dedim. "Ne demek estağfirullah?!" dedi. "Ben Devlet Korosu sınavına niye gireyim?" Çünkü öyle bir niyetim hiç olmadı. Devlet Korosu'nun konserlerini büyük hayranlıkla izliyorum. Mesela yaz tatilinde Bafra'dayım, İstanbul Festivali konserinde koro ayin okuyacakmış, sadece o konser için otobüse atlayıp 15 saat yolu bir günlüğüne geliyor, geri dönüyorum. Devlet Korosu benim için sadece hayranlıkla izlediğim, amatör musiki hayatımda örnek aldığım çok yukarılardaki bir yapı. İçinde yer almak gibi bir düşüncem yok. O yüzden Hoca Hanım’ın sınava girmemi salık vermesine direniyorum. "Hayır evladım, öyle düşünme, gir sınava, senin kazanma ihtimalin var orayı" dedi. Peki, ne kaybedeceğim, başvurdum ben de sınava, yapıldı sınav. Oldukça uzun süre tuttular içeride.
O.Y.: Sınavda jüri kimdi?
M.G: Nevzad Atlığ, rahmetli İrfan Doğrusöz, Ender Ergün, Fatih Salgar, rahmetli Cahit Peksayar, rahmetli Mefharet Yıldırım ve bir de saz eşliği olarak Hacer Tısoğlu. Ne okuyacağımı sordular. Zekâi Dede’nin Hicazkâr bestesi, Hicr-i lebinde yârin bir dil ki oldu nâhoş. "Tamam" dediler, "Çıkar notalarını". "Notam yok" dedim. Nevzad Bey kızdı, "Evladım, sınava geliyorsunuz, notanız yok! Olur mu?" dedi. Nereden bileyim? Böyle bir sınava hiç girmemişim ki. Nota almak aklımın ucundan dahi geçmemişti. Hacer Hanım, zavallı halime acımış olacak ki, "Hocam benim ezberimde" dedi, beni kurtarmak için sanırım. "Peki madem" dedi Nevzad Bey, okudum. Sonra deşifre, dikte, usul, musiki tarihi, vesaire… Güzel bir sınav geçti.
Sonradan öğrendim ki, benimle aynı sınava giren başka bir arkadaştan hangimizi tercih edecekleri konusunda bir konuşma geçmiş jüride. O arkadaş konservatuvardan mezun ve yaşça benden epey büyük. İkimizden birini tercih etmeleri gerekiyor. Nevzad Bey’in çok güzel bir yaklaşımı olmuş. "Bakın, bu gencin (benim için) yaşı henüz küçük. Ama diğeri 6 yaş büyük. Gelecek yıllarda bir sınav açılsa dahi belki de başvuru yaşını kaçıracak. Üstelik konservatuvarı da bitirmiş; yazık olur. Daha genç olanın kumaşı iyi, belli ki buranın malı olmaya aday. Gençtir, biraz beklesin zararı olmaz, ötekini alalım"... Ve diğer arkadaşı almışlar, ben o yıl kazanamadım.
Fakat şaşırdım. Çünkü her ne kadar kendimi gerçekten de iyi yetiştirmiş, Üniversite Korosu gibi bir nimeti iyi değerlendirmiş olsam da konservatuvar mezunu değildim. Belediye Konservatuvarı’na bir süre devam etmiş, ama bırakmıştım. Hiç düşünmediğim bir sınava hocamın zorlamasıyla girmiş, ama onlarca kişiyle yarışmış, ilk sıralarda bir sonuç almış, resmen başa güreşmiştim. Bu bana müthiş bir güven verdi. “Demek ki fena değilmişim” diye düşündüm.
Bu bir tarafa, Nevzad Bey’in öteki arkadaşı tercih etmeleri gerektiğine dair yaklaşımını uzun zaman sonra olaya tanık olan birinden dinlediğimde büyük bir memnuniyet duydum. Yalnız başına bu olay bile kurumuma duyduğum saygının tek sebebi olabilecek değerde. Bence liderlik budur; kritik anda salim kararı verebilmektir. O karar tek kelimeyle en adil karar olmuş. Aksi olsa idi kurumuma bugünkü derecede saygı duyabilir miydim, bilmiyorum.
1985’te de Üniversite Korosu’na devam ettim. İzmir Devlet Korosu kuruluyordu. Sınava girdim ve kazandım. Sonuçlar Resmi Gazete’de yayınlanıp yürürlüğe girdikten sonra bakanlıktan bir yazı aldım: “İstanbul Siyasal'da okuduğundan, okulunun engel teşkil edeceği anlaşılmış olup ataman yapılamayacaktır" şeklinde bir yazı! Şok! Hemen cevaplı bir telgraf çektim. Cevaplı çekmemdeki amaç cevaplamaya mecbur olsunlar, böyle bir telgraftan haberimiz yok demesinler. "Öğrenimimin yarım kalması kendi sorunumdur. Resmi Gazete’de yayınlanıp yürürlüğe girmiş hakkımdan mahrum edilirsem ilgili mahkemelere başvuracağımı ihtaren bildirir, saygılar sunarım” diye bir şeyler yazdım ve hemen gönderdim. Bir saat sonra cevap geldi: "Atamanız yapılmıştır, bilgilerinize." İşte bu da böyle bir hikaye. Tayin yazımın geldiği sıralarda duydum ki, İzmir’de kurulan koronun anladığım manada bir Klasik Türk Müziği anlayışı yokmuş; denemeler yapacaklarmış, yeni besteler okuyacaklarmış... Hemen o an kararımı verdim ve istifa mektubu gönderdim. Hiç başlamadım yani. Artık o yıl yedeklerin ilk sırasında kim vardı ise onun kısmetiymiş. Her işte bir hayır var.
İstanbul'da okul iyice sarpa sarmış vaziyette... Dördüncü sınıfa geçme aşamasına gelmiştim, ama alttan borçlar var. Maddi sıkıntılarım var. Allah’tan, çocukluğumuz ağır şartlarda çalışmakla geçtiği için un kamyonu boşaltmak, kapı kapı dolaşıp eşarp satmak, Tahtakale’den ıvır zıvır alıp sağda solda satmak gibi işler dahil her şeyi yaptım ve ayakta kaldım. O bir yılı, hayatımın en zor dönemlerinden biri olarak geçirdim. Şimdi düşünüyorum da, bir kere dahi İzmir’den istifa etmekle hata etmişim gibi bir düşünce aklımdan geçmedi. Aradan bir sene geçti. 1986’da İstanbul Devlet Korosu bir sınav daha açtı. Ben gene başvurdum, bu defa notalarımı falan aldım yanıma tabii ki.
O.Y.: Nasıl geçti bu defaki sınav?
M.G: Çok güzel bir sınav verdim. Başarmaya mecburdum. Çünkü o sınavı kazanamasaydım memlekete dönmekten ve baba mesleğine devam etmekten başka yol kalmamıştı. Üstelik, yıllarını boşa harcamış, okulunu dahi bitirememiş biri olarak… Bu durum benden çok rahmetli babamı üzerdi. Sınava girer girmez ilginç bir olay yaşadım. Jüride rahmetli Yusuf Nalkesen’i görmeyeyim mi? "Eyvah!" dedim. Elim ayağım titremeye başladı. Çünkü bir yıl evvel İzmir’deki sınavın da jürisindeydi. Okuduğum eserdeki bir ayrıntı ve musikiden anlaşılması gerekenin ne olduğu konusunda kendisiyle biraz atışmış, tatsız bir durum yaşamıştık. Yusuf Nalkesen beni tanıdı ve "Bir dakika beyler!" dedi. "Şimdi yandık!" dedim. "Sen geçen sene İzmir'in imtihanına girdin, değil mi?" "Evet" diye cevapladım, ama kıpkırmızıyım. Babacan bir tavırla başını salladı ve "Nevzad Bey, bu çocuk bize haddimizi bir bildirdi ki sormayın" dedi. "Öyle mi?" dedi Nevzad Bey, “Nasıl yani?”. Bir yıl önceki o olayı anlattı ve ekledi "Ben sonradan düşündüm, cevap veriyor diye kızmıştım ama çocuk hakikaten haklıydı. Aferin evladım, hep böyle ol. Haklıysan sözünü esirgeme" dedi. Bu bana öyle bir puan oldu ki daha sınav başlamadan... Allah rahmet eylesin, Yusuf Nalkesen’in güzel bir jestiydi. Düzgün adammış demek ki. Yoksa “Bacak kadar boyuyla bana cevap vermek neymiş şimdi görür!” deyip aleyhime de çevirebilirdi, ama yapmadı, faziletli davrandı ve anlattığı anekdot sanırım peşinen birkaç puan almamı sağladı. Sınav da çok iyi geçti zaten. Neticede, iki yıl önce Süheyla Hanım “Sınava başvuracak mısın?” deyince “Ne haddime?!” derken şimdi Devlet Korosu'nu birincilikle kazanmıştım.
O.Y.: İstanbul Devlet Korosu’nu…
M.G: Evet. Yani insan, herhalde bir işe kendisini çok verdiği zaman, meslek olarak hedef seçmese de, o iş sizi bırakmıyor, kendi içine çekiyor olsa gerek. Ben müziği bir şey elde etmek için yapmıyordum. Üniversite Korosu'ndaki uğraşlar filan... Sadece zevk alıyordum. Mesela Üniversite Korosu’nun arşivindeki saz eserlerinin tamamını deşifre etmiştim. Notayı öğrendikten sonra, nota bilmeden geçirdiğim yılların acısını çıkarırcasına, yutar gibi deşifre yapardım. Sözlü veya sözsüz, yüzlerce eseri deşifre ettim o dönemde. Klasik musikimizde deşifre etmediğim eser kalmadı desem yeridir. Tabii ki benim için Devlet Korosu’na girmek müthiş bir şeydi. İşte karşımdaki şef, okumayı öğrendiğim çocukluk yaşlarımdan itibaren tanıdığım Nevzad Atlığ! Şurada, hemen önümde oturan kişi, 1919 doğumlu bir başka dev: Mefharet Yıldırım! Öteki Meral Uğurlu! Üç sağımda Münip Utandı! Karşımda Cahit Peksayar! Önceden seyrederken bile nasıl heyecanlanırdım. Bunun kıymetini hep bildim.
O.Y: Yazı da yazıyorsunuz ve arşiv merakınız var… Bunlar nasıl başladı?
M.G: Bu, babamın kitap ve dergi biriktirme merakının bana sirayet etmesiyle başladı sanırım. Çok küçüktüm, babam konser organizatörlüğü yapardı. Babaannemin yarıcıdaki çiftliğinin gelirleri, üç kardeş olan bizim adımıza babaannemizin açtığı banka hesapları, annemin bilezikleri… Hepsi satılır, İstanbul’dan getireceği konsere yatırılırdı. Her seferinde de o paralar batardı! Durup dururken büyük sıkıntılar yaşardık. Babaannem kesin otorite olduğu için fena cıngar kopardı! Ama o sıkıntılı durumlarda dahi babamın mesela Hayat mecmuası aboneliğinden vazgeçtiği, eve kitap getirmeyi bıraktığı görülmezdi. Her şeyden kısardı, ama okumayla ilgili faaliyetlerden asla…
Ortaokul ve lise çağlarımda, şubat tatili gibi fırsatlarda İstanbul'a kitap almaya gelirdim. Hatta babam "Sahhaflar Çarşısı’na uğra, bana da bir şeyler al" diye seve seve gönderirdi İstanbul’a. Babaannem kızardı; “Bacak kadar çocuğu gönderiyorsun İstanbul’a, başına kimbilir neler gelir” diye kıyameti koparırdı, ama babam “Benim oğlum kocaman adam! Halleder gelir” derdi. Dükkanımızda haftalıkla çalışırdım, ortaklı bir işti çünkü. Ben o paraları biriktirir, senede bir iki defa kitap almaya gelirdim İstanbul'a. Öyle biriktirmeye başladım. Eski fotoğraflar alır, tanıdık yüz var mı diye bakardım. Onları biriktirmeye başladım.
Yazı işi de şöyle: Lisedeyken gazete çıkarıyordum. Basbayağı matbaada basılıp 15 günde bir satılan bir gazeteydi. Bugünkü gazete çıkarmak gibi değil tabii. Kurşun harfler dizilirdi tek tek… Matrister, ıstakalar… Klişeler gereken yerlere konurdu. Bir iki örnek var elimde o gazetelerden, saklıyorum hâlâ. İşte oralarda köşe yazıları yazardım çeşitli konular üzerine, gelen yazıların redaksiyonunu yapardım.
'87 mi '88 mi tam hatırlamıyorum, tarih Uyan Ey Gözlerim kasetinin yayımlandığı tarihtir. Aylin Şengün ile hem Siyasal Bilgiler’den, hem Belediye Konservatuvarı'ndan, hem Üniversite Korosu'ndan tanışırdık. O günlerde Tercüman gazetesinde, Beşir Ayvazoğlu'nun idaresindeki kültür sanat sayfasında çalışıyordu. Bir gün karşılaştık, "Senin elin kalem tutar, bir şeyler yazarsan gazetede değerlendirebiliriz" dedi.
Aylin, o günlerde Ruhi Ayangil ile bir röportaj yapmıştı, Uyan Ey Gözlerim albümü hakkında. Çok hoş bir röportajdı, fakat tekrar tekrar okurken kendimce bir çok yanlış tespit ettim. Benim öyle bir huyum vardır, okurken not alır ve okuduğumu yazarak tartışırım. Aldığım notlardan bir yazı çıktı. Yazı da cebimde, arada bir okuyup ekleme ve çıkarmalarla demlendiriyorum. Ruhi Ayangil'le de tanışmıyoruz. Aylin'le karşılaşmamızda yazı yazmamı isteyince, tesadüfe bakın ki kendi yaptığı röportajın eleştirisini yazmışım ve cebimde! Çıkarıp uzattım, "Al sana yazı. Hem de senin yaptığın bir röportaj üzerine" dedim. Açtı baktı iki sayfa, "Çok uzun bu!" dedi. "Valla uzun muzun, kesecekseniz hiç yayımlamayın! Göster, oluyorsa böyle olsun! Bu son hali çünkü; aradan bir şey çıkarsa yazı kopar." Aldı yazıyı gitti.
O zamanlar Tercüman’ın akşam baskısı olurdu. Ben her akşam Harbiye’deki bekar evime giderken hamamın (şimdi otel oldu) köşesindeki bayiden gazete alırdım. Bir akşam baktım, benim yazının tamamı! Uçtum havalara tabii! Ardından, Beşir Bey benimle tanışmak istemiş. İnanılmaz bir şey; çünkü Beşir Bey benim için bir idol. Kalemine hayranım. Gittim, "Merhaba, Beşir ben… Sizi özellikle tanımak istedim. Tebrik ederim, iyi yazıyorsunuz. Ne zaman isterseniz bu sayfa size açık; ister haftalık yazın, ister ne zaman isterseniz…"
Ayaklarım yerden kesildi tabii. Yazmaya başladım ve giderek yazılar sıklaştı. Beşir Bey memnun kalmış olacak ki bir gün "Haftada bir müzik sayfası yap" dedi. Tercüman büyük bir gazete o zaman; Hürriyet bir, Tercüman iki, atbaşı gidiyorlar... Ve haftada bir gün bana teslim edildi sayfa. Gazete kapanıncaya kadar, Aylin’den Beşir Bey’den sonra da devam ettim. O dönemde bazı dergilerden yazılar istendi, bazı röportajlar yaptım birileriyle. Böyle devam etti yazı çizi işi. İlerleyen yıllarda İstanbul Ansiklopedisi yayımlanırken madde istediler. Sonra Yapı Kredi'nin Osmanlılar Ansiklopedisi geldi arkadan. Böyle böyle 200 kadar ansiklopedi maddesi yazmışımdır.
O.Y.: Pekiyi şunu merak ediyorum: İnsanlar sizden talep etmiş olabilir ancak sizin yazma amacınız neydi? Nereye ulaşmak istiyordunuz?
M.G: Bir hedefim yoktu. Sadece yazmayı severim. İstediler, yazdım. Ayangil ile ilgili röportajı eleştirdiğim yazıyla üzerime çok şimşekler çektim. "Sen kimsin yahu! Bir kendine bak bir de Ruhi Bey'e" dediler. Şaşırdım kaldım. Ben kötü bir şey söylememiş, sadece eleştirmiştim. Röportajda, “Dede Efendi gelip dinlese eserlerini tanıyamaz. Bugünkü Klasik Türk Müziği’nin sıhhatinden endişe ediyorum" deniyor ve Ali Ufki repertuvarından aktarılarak icra edilen eserlerin, klasik musikimizin asıl sesi olduğu iddia ediliyordu. Okurken doğru geliyor ama sonra diyorsun ki, bir dakika... Türk Müziği’nin geneline notaya alınmış eserler kaynak teşkil etmemiş ki Ali Ufkî'nin yazdıkları olması gerekeni belirlesin… Gelenekte neredeyse 20’nci yüzyılın başına kadar notaya alma geleneği yok. Aykırı olan Ali Ufki; onu kullanarak genelleme yapılamaz ki. Dede Efendi kime geçmiş eserini? Zekai Dede'ye geçmiş. Zekai Dede kime geçmiş? Oğlu Ahmed Irsoy'la Rauf Yekta'ya... Onlar da notaya almışlar zaten. Şimdi kimden şüphe duyuyoruz burada? Ya Zekai Dede gibi bir dehadan şüphe duymak lazım, yahut Ahmed Irsoy ve Rauf Yekta’dan… Bu isimlerin aktardığı bir şeyin sıhhatinden endişe edilir mi? Ben bunun yanlışlığına dikkat çektim. Bu yazı yüzünden bana vuranlara, yanlış bir şey yapmadığımı, “bir de bu açıdan düşünmek gerekir” diye uyarıda bulunduğumu anlatmaya çalıştım, ama nafile! Dinlemediler bile. Sanırım şöyle gördüler: Bir dev ve bir cüce var ve cüce deve tükürdü!
Ama Allah büyük, bakın ne oldu? Bir gün koro çalışması bitmiş, AKM'nin kafeteryasında oturuyoruz. O günlerde de herhalde Ruhi Bey senfoni orkestrasıyla Ferit Alnar'ın Kanun Konçertosu'nun provalarını yapıyor.
O.Y: '89 yılı olabilir.
M.G: Evet, aşağı yukarı olabilir. Bir baktım Ruhi Ayangil geldi. “Eyvah! Şimdi beni döver bu!" (gülüşmeler). Üçüncü kişilerden böyle bir zılgıt yiyince, asıl muhatap kim bilir nasıl yapar yuvamı! Kalkıp gitsem kaçtı denir. Sindim kaldım orada. Geldi oturdu. Tabii çok yakından tanıdıkları var, korosunda beraber çalıştıkları. Bir ara, "Yahu, Mehmet Güntekin kim? Sizin korodaymış"! Birkaç parmak birden beni işaret etti ve “İşte bu" dediler. Zavallı; kendimi düşünüyorum; o anda nasıl korkmuştum! Ruhi Bey de celâlli bir adam tabii. Ama bana içten bir tebessümle baktı ve "Beyler, size bir şey söyleyeceğim. Bu Mehmet Güntekin kardeşimiz bir yazı yazdı. Bunca yıldır ilk defa güzel bir eleştiri aldım ve o bana bir ayna oldu. Çok tebrik ediyorum sevgili kardeşim. Seni gözlerinden öperim. Muhakkak devam etmelisin" dedi. Donup kaldım. Dayak yemeyi beklerken olana bakın! Tabii ki o ortamda beni zılgıtlayanlar da vardı ve işin asıl güzel tarafı da o. Tek tek müsaade isteyip gitti o arkadaşlar.
Ve Ruhi Bey'le o gün başlayan dostluğumuz, sonraki yıllarda müzik hayatım için çok önemli yönlendirmelere dönüştü. Kendisini bu bakımdan daima şükranla anarım. Mesela Kanal 7 ilk kurulduğunda Nurettin Çelik'le fasıllar yapıyorlardı. Ruhi Bey'den ayrıca dini musiki programları istemişler. "Ben zaten fasıl programı yapıyorum, size bir genç arkadaşı öneriyorum" diye beni önermiş. Önermeyebilirdi. Hemen sıkı bir ekip yaptım. Sadreddin Özçimi, Göksel Baktagir, Yurdal Tokcan, bazen Necati Çelik, Özer Özel, Selim Güler, Ferruh Yarkın daimi saz kadrosu; Ender Doğan, ben, Hakan Hataylı, Aykan Özgün, Erhan Bahçı, Kemal Karaöz ses… Biz iki sene boyunca tekke musikisi alanında okunulmamış eser bırakmadık; ilahiler, nefesler, tevşihler... Ruhi Bey'in sayesinde onlar nadide kayıtlar olarak arşive geçmiş oldu.
Ruhi Bey yol açan, teşvik eden biridir. Yine Kanal 7'de bir Ramazan programı önerisi oldu. Dedi ki "Sen ve Münip Utandı okuyacaksınız; ben, Fikret Bertuğ ve Reşat Uca, üçümüz çalacağız". İbrahim Efendi Konağı adlı, İbrahim Sadri'nin sunduğu bir canlı program. İftardan sonra başlıyor ve 2-3 saat sürüyor. "Sen ritm saz çalacaksın" dedi. "Hocam, ben hiç ritm saz çalmadım ki"… diye kırk dereden su getirsem de beni zorla ikna etti ve ben bir ay orada ritim sazı çaldım.
Nereden nereye geldik, yazı çizi işinden buralara... İşte Beşir Ayvazoğlu gibi usta bir kalemin genç falan demeden bana imkan sağlaması... Ruhi Bey gibi sıkı bir müzisyenin hakkında yazmama rağmen büyük bir olgunlukla “Yazmaya devam etmelisin” öğüdü… Bunlar önemli şeyler. Böyle böyle ilişkiler başlıyor.
Bir gün, adını bildiğim ama hiç tanışmadığım Bülent Aksoy aradı. İstanbul Ansiklopedisi’nde müzik editörüymüş. Cevdet Çağla ve Ali Rifat Çağatay maddelerini yazmamı istedi. İncila Bertuğ önermiş beni, kabul ettim. Yazıları gönderdikten birkaç gün sonra beni çağırdılar ve “Z” harfine kadar bütün maddeleri verdiler. Çünkü memnun kalmışlar. Ciddi ve sürekli bir iş oldu benim için.
Dikkat ederseniz, hep doğru kişilerle ve işlerle karşılaşıyorum. İstanbul Ansiklopedisi de öyle. Oraya yazdığım Refik Fersan maddesi sebebiyle ise, hayatımda çok önemi olan Murat Bardakçı ile tanıştım. Bir hatamı bulmuş ve Hürriyet’teki sayfasında verip veriştirdi! Süper derecede esprili bir yazıydı. Aleyhime olsa dahi güzeldi; hatırladıkça hâlâ gülerim. Telefonunu bulup haklılığımı ispat için aradım, bağırış çağırış, ama kırıcı değil. O telefon konuşmasında bile çok şey öğrendim kendisinden. Anladım ki karşımda felaket bir zekâ var. O ağabey kardeş ilişkisi hâlâ sürüyor. Dergisinin yazarı, sonra redaktörü oldum. Beraber müzikolojik yayınlar yaptık. Bunlar beni besleyen ilişkiler ve işler oldu hep…
K.B: Her şey bir şekilde vesile olmuş ve değerlendirmişsiniz.
O.Y: Doğru insanlarla da karşılaşmışsınız.
M.G: Bir zamanlar bana derlerdi ki, "Yahu sen eşek misin? Hep parasız işlere koşturuyorsun". Ben 2-3 sene Tercüman gazetesinde çalıştım, tek kuruş almadım. Hatta cebimden harcadım. "Vereceğiz, vereceğiz" dediler, olmadı. Rahmetli Kemal Ilıcak, bir imparatordu ama maalesef battı, gazete kapandı gitti. Helali hoş olsun. Züğürt tesellisi gibi olacak ama bazı şeyler parayla satın alınamıyor. Üste para verseniz Beşir Ayvazoğlu gibi birinden ders alabilir misiniz? Beşir Bey yıllar sonra Belediye Kültür İşleri’nde yetkili bir konuma gelince beni aradı ve beraber çalışmayı önerdi. Sene 1994. Büyükşehir’deki müzik faaliyetlerini o davetle başlattık. Konserler, CD’ler… Para da kazandırdı bana bu işler. Tercüman’da para alamıyorum diye bırakıp gitmedim. Anlaşılan, sebat etmek, işi para yüzünden yarım bırakmamak bir tür geleceğe yatırım insanın hayatında. O kapı öyleymiş ama Allah başka bir kapıdan açığı kapatıyor. Sonra yine Beşir Bey’in davetiyle Doğan grubunun çıkardığı bir gazetede müzik editörlüğüm…
Ne yapsanız Murat Bardakçı gibi bir bilgi küpüyle beraber çalışabilir veya dostluk kurabilir misiniz? Bu beraberlikler beni çok geliştirdi. Beşir Bey’in ve Bardakçı hocamın üzerimde emekleri çoktur. Nasıl yazı yazılır, onlardan öğrendim.
K.B: Doğru kişilerle, değerlendirecek kişilerle tanışmışsınız...
M.G: Doğru kişilerle, doğru işler yaparsanız karşılaşıyorsunuz. Eskiler, “Ehl-i Hu, mahall-i Hu” derler… Parasızlık dönemlerimde, "Gel filanca kulüpte şarkı söyle" diye öneriler çok oldu. Ama tercih etmedim. Bazı para kazandıracak işleri yapmamak için üste para vermek evladır. O tarafa gitsem o türün adamları çıkacaktı karşıma muhtemelen. Bir de şuna inanıyorum: Şu anda hatırı sayılır bir arşivim oluştu. Siz bir işe karşılık beklemeksizin, kalben, gönülden kendinizi veriyorsanız, bütün kapılar önünüzde açılıyor, iyi şeyleri mıknatıs gibi çekiyorsunuz.
Meselâ... Safiye Ayla hayattaydı, Emlak Bankası Sanat Galerisi’nde bir sergi yapıldı, Safiye Ayla ve Şerif Muhiddin Targan'ın eşyaları, resimleri... Gittik, Safiye Hanım da oradaydı. Safiye Hanım'la, Cahit Gözkan'ın evindeki fasıllardan birinde beraber fasıl bile yapmıştık... Ama beni hatırlamaz tabii. Müthiş, çok güzel resimler var sergide. Ben de fotoğrafa düşkünüm. İyi tanıyan birine rica ettim, “Mutlaka çift olanlar vardır, kendisinin ve Şerif Muhiddin'in resimlerinden birer tane lutfedebilir mi?" Tanıdık elçi dileğimi iletti mi iletmedi mi bilmiyorum, ama ben o resimlerden alamadım. Çok arzu etmiştim. Nasıl istemişim ki, aradan yıllar geçti, bir gün Safiye Hanım’la Şerif Hazretleri’nin binlerce fotoğrafı, belgeleri, her şeyleri bana kendiliğinden geldi.
K.B.: Sergideki materyal?
M.G: Onlar ne ki, her şeyleri diyebilirim! Bütün evrak-ı metruke. Başka bir örnek... İsmini vermeyeceğim oldukça yaşlı bir büyüğümüz... Çok işine koşturdum. Ne zaman gel dese gittim, bir müşkilatı varsa halletmeye çalıştım. Müthiş bir arşivi vardı. Bir gün bir resim arıyordu, bir zarfın içinden bir müzisyene ait 3 tane aynı fotoğraftan çıktı. Birini imzalayıp vermesini rica ettim. Birden ciddileşti ve "Özel arşivimdir, veremem" dedi! Nasıl bozuldum biliyor musunuz? Başkası dese incinmem. Her işine koşturduğunuz birinden böyle bir şey duyunca yaralanıyorsunuz ister istemez. Bir gün rahmetli oldu. Ve inanılmaz bir şekilde o devasa arşiv de bana geldi! Söylemek istediğim özetle şu: Doğru işlerde ve doğru davranışlar içinde isen, doğru insanlarla karşılaşıyorsun, işlerin de doğru yolda gidiyor.
O.Y: Şu anda İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nun müdürüsünüz. Müdürle şef'in ayrıldığı yerler neresidir?
M.G: Yapıyı başkanlık sistemiyle yönetilen bir ülke olarak düşünürseniz, şef cumhurbaşkanıdır, yani kurumun sanatsal temsil yetkisine sahip en öndeki kişidir. Yetkileri açısından çok güçlüdür. Zaten öyle de olmalıdır. Sanatsal irade, meclis diye düşünebileceğiniz ve şefin başkanlığındaki Sanat Kurulu adlı bir yapıya aittir. Müdürün de sanatsal iradeye katkısı vardır ama sadece Sanat Kurulu üyesi olmasından doğan 1/5 oy hakkı nispetinde.
Peki, müdür ne yapar? Kurumun, sanatsal performansını ortaya koyması için altyapıya ilişkin her şeyden; maaşlar, sağlık gerekleri vesaire ne varsa onlardan sorumludur. Devletin mührünü teslim ettiği, "Sen benim İstanbul'daki temsilcimsin" dediği kişidir. Yani aslen koroda bir sanatçı olmama rağmen, verilen görev gereği birkaç kat fazla bir mesai yapıyorum ve devleti de temsil ediyorum. Ama bir profesyonel karşılıkla değil; yani fahriyen. Herkesle aynı maaşı alıyorum. Her yıl verilen yetkiye dayanarak sanatçılarla sözleşmeyi devlet adına ben imzalarım.
Müdür başka ne yapar? Kurumsal haysiyetimizin gerektirdiği her şeyi idare ve kontrol işi diyebiliriz özetle… Doğrudan asli görevimiz olmasa da, çizgimizin gerektirdiği kaliteye uygun olan işleri belirleyip hayata geçirmek de işimiz. Şakayla karışık, müdür biraz da “kötü adam”dır. Her kuruma bir kötü adam gerekiyor. Dahili ve harici her şimşeğe karşı paratoner vazifesi görmesi gereken biri mutlaka şart. O da müdürdür. Şefi olur olmaz her şeyle muhatap edemezsiniz. Çünkü, yıpranır. Kurumun selameti için yıpranmaması gerekir.
O.Y: Ben aslında bir sonraki sorumun cevabını da kısmen aldım. Tabii Klasik Koro, Türk Musikisi geleneğinin en önemli kurumlarından biri. Dar-ül Elhan'lardan, Dar-üt Talim-i Musiki Cemiyetlerinden bugüne gelen, Üniversite Korosu'yla birlikte bir geleneğe sahip bir kurum. Çok uzun süre Nevzad Bey, sonrasında kısa bir dönem de Ender Bey şefti. Şu anda Fatih Bey şef ve Birol Yayla da şef yardımcısı. Peki, sanat açısından geleceğe yönelik düşünceleriniz nelerdir?
M.G: Tabii koromuzun bir kuruluş amacı, felsefesi ve misyonu var. Şu şekilde özetliyorum ben bunu: Burayı kuran irade, burayı zamanın, tarihin üzerinde karar vermiş olduğu, ittifakla üst düzey eserler sınıfına kaldırdığı eserleri icra etmek amacıyla kurmuştur. Bu amacı devam ettirecektir koromuz.
Ben 25 yıldır korodayım, öncesinde de sıkı bir takipçisiydim. Buranın üzerine yağdırılan taşlardan biri de şuydu: "Devlet Korosu'nun bir bestekarın eserini okuması için o bestekarın ölmesi mi lazım?" Yani “Niye hep eski eserler okunuyor?” diye bir eleştiri. Ama adımız “Klasik Türk Müziği Korosu” zaten. Türk Müziği’nin klasiklerini ve zamanın üzerinde ittifakla karar verdiği daha yakın döneme ait “klasikleşmiş” eserler iştigal alanımız. O eleştiriler yapılırken, koromuz gerektiğinde Sadeddin Kaynak, Yesari Asım, Emin Ongan, Reşat Aysu da çalıp okuyordu. Ama ezberden konuşmak ezeli hastalıklarımızdan biri olduğu için aksi iddia edilegeldi. Taş atanların, konserlerimizi izlemeden konuşması ise çok ilginç bir ayrıntı! Zaten izleseler, böyle bir hata yapmazlardı. Biz Nevzad Bey'in ağzından bir kere bile "Filanca kişi kötü bestekardır" diye bir cümle duymadık. Takdir ederdi, ama kurumsal olarak konumuz müziğin “klasik” vasfı kazanan kısmıyla ilgiliydi.
Koroya karşı çok yapılan ikinci bir eleştiri ise ritm saz kullanılmamasıdır. Bu eleştiri ise genellikle tutarsız. Çünkü “Devlet Korosu ritm saz kullanmıyor, oysa ki ritim müziğin temel unsurudur” diyenler, Münir Bey’in, Tanburi Cemil Bey'in, Bekir Sıdkı Sezgin'in, Niyazi Sayın-Necdet Yaşar ikilisinin ve daha kimi sayarsanız sayın… Bu büyük isimlerin bugün bize ulaşmış kayıtlarının kaçında ritim sazı olduğundan ya habersizdirler, veya görmezden geldiler. Onlar da kullanmamışlar. Niye kullanmamışlar? Bunu tartışmıyorlar mesela. Müzikte ritm çalgısı “olmazsa olmaz” bir şeyse, koro icra ve solo icra farkı diye bir şey olmaz. Öyle çifte standart olmaz. “Olmazsa olmaz” ise her yerde olması lazım. Tek saz çalıyormuş da ritm olmazmış... Korosu solosu olmaz; müzik müziktir. E hani ayrılmaz unsuruydu müziğin?..
Karıştırılan şey şu: Müziğin ayrılmaz unsuru “ritim sazı” değil, ritmin kendi varlığıdır. Yani Cemil Bey taşplakta bir saz semaisini çalarken; veya Münir yahut Bekir beylerin kayıtlarında ritim çalgısı eşlik etmiyor diye “Ritimsiz çalıyor, okuyor” mu diyeceğiz?!
Ritim sazını tercih edip etmemek, tamamen müziği algılayış biçimiyle ilgili bir tercih sorunudur. Siz şimdi semai usulünden bestelenmiş bir eseri okurken bir ritim sazı usulü vurmuyorsa o müziği ritimsiz mi okumuş oluyorsunuz? Ritim o eserin içinde zaten… Zaten eser o ölçüye, o usule göre bestelenmiş. Ritmi darb olarak duymak veya duymamak, yaptığın icrada ritim sazıyla da duyurmayı tercih edip etmemek meselesi bu. Eski üstatların yüzlerce kaydı var elimizde. Onlar da kullanmamış. Devlet Korosu eski köye yeni adet getirmiş değil ki. Niye Mesud, Münir, Bekir, Niyazi, Necdet beyleri ve daha onlarcasını da taşlamıyorlar? Farkında bile değiller çünkü! Ezberden atıyorlar. Birisi bir taş atıyor, anlayıp dinlemeden, “bakalım eski örnekler bize ne söylüyor” diye araştırmak zahmetine katlanmıyorlar bile...
Öyle bir noktaya gelmiş ki bu ezberden eleştiri, yakın geçmişte birisi, "Siz Mevlevî Âyini'nde ritm saz kullanmıyorsunuz" diye beni haşlamaya kalktı. Halbuki bizim 35 yıllık tarihimizde, Mevlevî âyinlerinin kudümsüz icra edildiği vaki değildir. Adam 35 yıldır bir kez dahi gelip izlememiş, ama yüksek perdeden konuşuyor! O kadar gözleri bürümüş bu önyargı. Ha, “Koronun yaptığı en doğrusudur” gibi bir iddia sahibi değiliz tabii ki. Kişisel olarak benim başka bir fikrim ve zevkim de olabilir… Ama bu koroyu kuran irade, bir çizgi koymuş: "Biz Mesud Cemil'in kurduğu Klasik Koro’nun bir devamı gibi ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın bir muadili gibi düşüneceğiz" demişler. Onu örnek almışlar. “Yanlıştır” diyemeyiz, kimse diyemez.
K.B.: Yani saz sayıları, yerleştirmeleri hepsi o düşüncenin mi eseri?
M.G: Hayır, bu dediğim sadece devlet katında görmesi gereken itibar anlamında. Stratejik olarak, politik olarak… Arkadaşlar, buranın kurulması o kadar ilginç bir hikaye ki...
Şimdi bakın, “Atatürk döneminde Türk Müziği yasaklandı” hikayeleri anlatılıyor ya? Böyle midir gerçekten? Devletin bünyesinde Türk Müziği’nin ikinci plana atılması tâ II.Mahmud döneminde, 1826 yılında. Halbuki Atatürk döneminde elemanları maaşlı bir Riyâset-i Cumhur İncesaz Heyeti var. Devlet katında ikinci plana itilişin adresi Cumhuriyet değil; çok önce, tarihi de 1826. Bu koronun fiilî kuruluşu ise 1976. Aradaki fark tam tamına 150 sene. 15 senelik Atatürk dönemi hariç, bu ülkede, bu müzik 150 yıl boyunca devlet katında “muhacir”.
K.B.: Tabii o aralarda Talat Halman'ın istifası gibi hadiseler var.
M.G: Olay şu: 1974'de Ecevit başbakandı. Rusya ile bir takım ticari anlaşmalar yapılacak; Amerikan ambargosu var o sırada, Kıbrıs çıkartmasından ötürü; Türkiye zor durumda, biraz Rusya'ya çengel atılmaya çalışılıyor. Orada bazı ticari-iktisadi anlaşmalar yapılacak. Ecevit, “Boş boş gitmeyelim, kültürümüzle gidelim; Klasik Türk Müziği götürelim” diyor. “Niye ki?” diyor etrafındakiler. "Bir ekonomik anlaşma olsa dahi ülkelerin bir kültürü vardır, biz bununla görünmeliyiz orada" diyor rahmetli Ecevit.
Nevzad Bey'i çağırıyorlar. Klasik Türk Müziği eşittir Nevzad Bey çünkü. "Efendim" diyor, "Bizim böyle bir resmî yapımız yok. Hatta olması için de gayretimiz var, ama kimse bir türlü bize yanaşmıyor, çünkü tabu gibi. Bir geriye gidiş ifadesi gibi algılanıyor. Devletimin verdiği emir başımın üstüne ama, affediniz, ben böyle bir sorumluluğu alamam; ortada ne resmî bir kurum, ne de resmi bir sorumluluğum var. Yıllardır bu ihtiyacı dile getiriyoruz. Bir topluluk olması lazım bu işler için, toplama adamlarla olmaz" diyerek nazikçe reddediyor.
Halbuki sanatçıları toplar ve giderler; zor değil. Ama işte strateji… Gitse tavsar yine o iş. Gitmediği zaman burada bir problem var sorusu takılıyor kafalara. İşte bu stratejik davranış ilk goldür. Bir süre sonra yeni hükümet kuruluyor. Konya milletvekili Yılmaz Öztuna, Başbakan Demirel'i ikna etmeyi başarıyor.
İşte iki adamın, Atlığ ile Öztuna’nın kişisel gayretleriyle oluyor bu devrim. 150 yıllık bir makus talihin geri döndüğü andır. Ve bu adamlar Mesud Cemil'in anlayışını devam ettirme düşüncesiyle kuruyorlar koroyu. Yani böyle bir tercih hakları yok muydu? Olmasın mıydı? Mesud Cemil'in korosunun kayıtları var elimizde. Çoğunda ritim sazı kullanmamış.
K.B.: 200 yıl önce sarayda padişah karşısında ne şekilde çalınıyordu, onu da bilmiyoruz
M.G: Bilmiyoruz değil, anlatılanlar, resimler var. Ritim sazı kullanılmamış değil, kullanıldığı malum. Hatta her hanendenin elinde bir ritim sazı var. Ama Devlet Korosu “Padişahın huzurunda yapılan müziği birebir yapıyoruz” iddiasında değil ki zaten. Ayrıca tarihi akış içinde Türk Müziği tek tip bir müzik değil. Zaman içinde bir takım değişiklikler olmuş. Nasıl Hacı Arif Bey beste ve form alışkanlıklarını; Cemil Bey tanbur icrasını değiştirmişse öyle… Devlet Korosu’nun tercih ettiği müzik anlayışı kendinden menkul değil; önemli olan bu. Yani öncesi var. Bir evveliyata dayanıyor. Bu tarzı koyanlar, eski dönemi de yaşamış olan adamlar. Her biri birer köprü.
“Türk Müziği’nde koro icrası olmaz, sonradan uydurulmuş bu” demek bizi sağlıklı bir yola götürmez. O zaman solo icrayı nereye koyacağız? O da 1920’lere kadar yoktu ve Münir Bey’le birlikte başladı. “Önceden yoktu, o halde şimdi de yapmayalım” diye bir anlayış olabilir mi? Suyu tersine akıtmaya çalışmanın alemi var mı? O zaman biri de çıkar der ki: “Eskiden mıskal, çeng, santur, mandalsız kanun vardı; öteki sazlar sonradan eklendi. Sonradan eklenenleri atalım, müzik eskiden kullanılanlarla yapılsın.” Hayat bu kadar statik mi? Hele de müzik, bu kadar durağan bir yapı mı? Müzik hayatın içinde. Etrafında şu veya bu şekilde bir hayat akıyor ve onu etkilediği gibi etkileniyor da. Her şeyin birbirinden etkilendiği bir dünyada müzik niye bir şeylerden etkilenmesin?
Bir aralar, "Klasik Türk Müziği 6-8 kişilik gruplarla icra edilmek üzere tasarlanmış bir müziktir" diye akla ziyan yazılar bile yazıldı bu ülkede! Ve taraftar dahi buldu! Nasıl yani? Itrî oturmuş, "9 kişi hayatta olmaz, ille de 6, en fazla da 8 kişi" demiş?! Allah Allah; 5 kişi veya 13 kişi niye olmuyor yani? Nereden çıkarıyorsun bunları? Meydan boş ya, salla sallayabildiğin kadar! Burnaz Ağa idaresinde sarayda 120 kişilik fasıl heyeti var. Sarayda görev yapan müzisyenlerin maaş defterleri arşivde, gidip bir bakın kaç kişi var? Vakanüvislerin yazdıklarına bir bakın… Bunlar nasıl görmezden gelinir? Tabii ki ufak grup da var, büyük grup da var. Bunun bir standardı yok ki tarihte. Şef diye de bir şey de yok ona bakarsak... Mesela onun günah keçisi olarak da yıllarca Nevzad Bey gösterildi. Sanki şeflik denen şeyi o çıkardı… Onun şefliğinde müzik yapan Kemal Niyazi Seyhun’dan Süleyman Erguner’e, Sadi Işılay’dan Yorgo Bacanos’a, Niyazi Sayın’dan Necdet Yaşar’a kadar kerli ferli onca müzisyen bilmiyordu, anlamıyordu da siz mi biliyor, anlıyorsunuz?
K.B.: Münir Bey de var şeflik yapan...
M.G: Münir Bey’den çok öncesi de var. Mesela hocası Ali Rifat Çağatay... Muallim İsmail Hakkı Bey, Muhlis Sabahaddin, Mesud Cemil, Nuri Halil Poyraz, Refik Fersan, Emin Ongan ve daha onlarca isim… Çağatay, yüzünü seyirciye dönerek yönetiyormuş, “ayıp olur arkamı dönmek” diyerek. Bu kadar büyük isim musiki bilmiyorlardı, anlayamamışlardı da sadece siz biliyorsunuz, siz anlıyorsunuz yani; ne diyelim, pes!
Yani bizim koronun müzikal anlayışı içinde şu an ritim sazı koymak gibi bir gereklilik ve mecburiyet hissedilmiyor. Kuruluş felsefemize uygun, çıtayı aşağı düşürmeden, olması gerektiği seviyede temiz bir müzik yaptığımız kesin. Ritim sazımızı tartışabilirler ama ortaya koyduğumuz çalışamaların kalitesini kimse tartışamadı bugüne kadar. Tartışılan da bu olsun.
O.Y: Koroyla ilgili ben bir gözlemimi paylaşmak istiyorum. Seçilen eserler, sanatkar kadrosu çok parlak Koro'da. Ancak benim şahsi görüşüm, bu yapı performans noktasına geldiğinde potansiyelini tam olarak yansıtamıyor diye düşünüyorum.
M.G: Ben eleştirini anlıyorum. Belki… Ama madem ki potansiyel var, açığa çıkabilir demektir. Neticede insan topluluğuyla iş yapıyoruz. Herkesin koro dışında bir hayatı var, derdi, sıkıntısı var, hastalığı, sağlığı var. Herkes her an yüzde yüz potansiyelini yansıtamayabilir. Ama haklısınız, sanatçı dışarıda ne yaşarsa yaşasın, sahnede yaptığı işe ait olduğunu dinleyiciye hissettirmek zorunda. “Yoksa karşıma çıkmasın” diyen dinleyiciyi haksız göremeyiz.
O.Y: Biraz idealistlikten geçiyor belki. Cemil Bey de çok sıkıntılar içindeymiş ancak sazını aldığı zaman kafa dünyadan ayrılıyor.
M.G: Evet doğrusu veya ideal şekli o belki.
O.Y: Bir önceki sayımızda Ruhi Ayangil ile bir röportajımız oldu. Ruhi Bey'in şöyle bir eleştirisi oldu. "Senfoni orkestralarına gidiyorum. Senfoni orkestraları kendi aralarında solistler getiriyorlar, şefler çağırıyorlar. Ben Ruhi Ayangil olarak, yılda bir tane konser yönetmek, başka bir yerde kanun solisti olarak bulunmak isterim" diyor. "Gittiğim bir yerde de farklı bir yerden kemençe solisti, tanbur solisti görmek isterim." Sizin bununla ilgili düşünceniz nedir?
M.G: Ruhi Bey'in haklı olduğu noktalar var. Ancak hangi kurumu kastetti bilmiyorum. Bizi kastetmiş olamaz herhalde, çünkü koromuz, koro dışından çok sanatçıyı sahneye çıkarmıştır. Erol Deran, Niyazi Sayın, İnci Çayırlı, Abdi Coşkun, Mutlu Torun, Serap Mutlu Akbulut, Alaeddin Yavaşca, Ümit Mutlu ve hemen hatırlayamadığım daha birçok isim... Yani zaman içerisinde ses veya saz olarak çok sayıda isim çağırıldı. Mesela Derya Türkan'ı geçen sene çıkardık. Böyle bir eksiğimiz yok, buna her zaman olumlu baktık ve zaten uyguladık. Ama köklü bir kurum olarak elbette ki bir seçim hakkımız vardır. Kimi davet edeceğimizi kendimiz belirleriz ki sanırım normali de budur. Mesela muhal farz, koromuzun manevi şahsiyetini sağda solda uluorta tahkir ve tezyif eden biri varsa, onu davet etmeme gibi bir hakkımız olduğuna da sanırım ki kimse itiraz etmez. Hatta bir dönemler usta sanatçıların haricinde, konservatuvarın çizgiüstü başarı gösteren gençleri için koromuz bir tatbikat sahnesi kimliği dahi kazanmıştı. Ancak AKM kapalı ve CRR'de deplasmanda olmamızdan ötürü periyodik konserlerimizin sayısı azaldı. Yapmak istediğimiz şeyleri de biraz kısıtlıyor bu durum.
O.Y: 2010 Kültür Başkenti İstanbul'a gelirsek... Türk Müziği direktörüsünüz. Neler oldu, neler olacak?
M.G: 2009'un Ağustos ayı itibariyle bu göreve geldim. Ajansın kuruluşundan itibaren 2 yıl geçmişken… Aslında atanmamdan 8 ay önce teklif alıp kabul etmiştim, ama atamam yapılamadı, çünkü iyi niyetli olmayan birileri tarafından engellendim. Ne yazıktır ki bir kişisel hırsa resmi kanallar da alet edildiği için 8 aylık bir gecikme yaşadık. Ben gecikmiş olmadım, Türk Müziği camiası geciktirilmiş oldu. “Niye ben değil de o” şeklinde süfli bir hırs ve klasik bir ayak kaydırma girişimi… Sonuçta süfli niyetler tertipçilerin ayaklarına dolandı ve adalet yerini buldu, atanan yine ben oldum.
Tabii diğer dallardan daha geç kalmış olduk. Sıfır projeyle yola çıktık. Ama Allah yardım etti. Etrafta müziğimizle ilgili birşeyler yapabileceğine inandığım kim varsa hepsini davet ettim, aram iyi olsun olmasın. Kimi geldi, kimi gelmedi. 21 tane kabul edilmiş projemiz var. Çoğu neredeyse bitti. Şükür, alnımızın akıyla ve hem de rekorlar kırarak! Kitap, CD, konser... Birçok kalıcı hizmet gerçekleşti.
İstanbul Mimarisinin Müziği projemiz, belli dönemlerin müziklerini, o dönemin ruhunu yansıtan bir mekanda icra etme fikrine dayanıyordu. Mesela Radyo binasında Mesut Cemil, Cevdet Çağla, Emin Ongan, Yesari Asım, Arif Sami Toker gibi o binaya girip çıkmış bestekarların konseri; Dolmabahçe'de Hacı Arif Bey, Yenikapı Mevlevihanesi'nde Dede Efendi, Taksim Ermeni Kilisesi'nde Ermeni bestekarlarımızın eserlerini icra etmek gibi... Projeyi Türk Musikisi Vakfı ve Devlet Korosu yaptı.
2010’u Ali Ufkî Yılı ilan ettik. Bu yıl Ali Ufkî'nin doğumunun 400. Yıldönümü olduğunu bildiğim için Fikret Karakaya’ya teklif etmiştim, kabul etti. Türk Musikisi Vakfı ile yaptı bu projeyi ve Aralık ayı sonunda tamamlanmış olacak. 12 ay boyunca konserler verildi, uluslararası sempozyum yapıldı, şimdi de bir CD ile 2 kitap yapılıyor proje kapsamında.
Terennüm-Terirem diye bir proje yaptık. Bizim terennüm dediğimiz şeye Rumlar terirem diyor. Sembol kişilikler olarak da Zaharya ve Itrî'yi koyduk. Yunanistan'dan bir Ortodoks dini müzik grubu, Türkiye'den de Türk dini müziği yapan bir grup aynı sahneyi paylaşarak İstanbul eksenli bir konser... Çünkü güfte ayrı, makam yapısı aynı. Cengiz Onural’ın projesiydi.
Aziz Şenol Filiz’in projesi ise üç aşamadan oluşan İstanbul’un İki Kadim Sesi: Ney ve Tanbur idi. Üçüncü aşamasında Tanburi Cemil Bey’in hatırasına yapılan “8 Tanbur” konseri, bir ilkti. Çünkü ilk defa bir arada 8 tanbur birlikte çaldı.
Türk Müzik Kültürünün Hafızası diye çok önemli gördüğüm bir proje var. Aytaç Ergen'in 30 yıldır üzerinde çalıştığı bir nota arşiv programı vardı. 60 bin notayı geçmişti bu eser. Sadece klasik müziğimiz değil, halk müziğimiz de var. Bunu kamuya mal etmenin çok iyi olacağını düşündüm ve kendisine bunu bir proje olarak hazırlamasını teklif ettim. Yaptık ve şimdi dünyanın serbest kullanımına açıldı. www.devletkorosu.com veya www.turkmusikisivakfi.org adreslerinden girip yaklaşık 70 bin eserin elde edilebilmiş bütün versiyonlarına bedelsiz ulaşabilmeniz mümkün ki toplamda 250 bin sayfayı buluyor. Tarihi bir hizmet oldu.
Turkish Music Makam Guide diye bir kitabımız var. Dünyanın neresine gidersek gidelim o ükenin müzik kültürüyle ilgili bir kitap vardır. Türk Müziği’ni merak eden yabancılar için böyle bir kaynak bulma şansı yoktu. Belli başlı 60 makam, çok basit şekilde anlatıldı, ana sazımız tanburla örneklendi. Bu projeyi Pan Yayıncılık'la birlikte Murat Aydemir yaptı. Dünyanın dört bir yanından yağan taleplere yetişemiyoruz.
Turkish Music Instruments diye bir kitap çıkardık. Bu da tedavülden kalkmış veya halen kullanılan, musikimizin klasik, halk, tasavvuf ve mehter dallarına ait 32 sazı basitçe anlatıyor. Kitapta bilgilerini okuduğunuz sazın sesini ekteki CD'den dinleyebiliyorsunuz. Proje Yeşim Altınay’ın.
Dar-ül Elhan Külliyatı bir dijital kitap şeklinde yeniden yapılıyor. Bir tarafta orijinal tıpkıbasım, bir tarafta da bugün kullanılabilecek şekilde notası basılıyor. Ve tarihte ilk kez tamamı seslendiriliyor. Doğan Dikmen yapıyor bu projeyi. Birçok projeyi sunan Türk Musikisi Vakfı, bu projede de başvuru sahibi oldu. Tarihi bir hizmet…
K.B: Bu iyi bir şey. Gerçi Pan Yayınları bir kısmının yeni basımını 10 TL'ye satıyor ama alıcısı yok, depolarda çürüyüp gidiyor.
M.G: Çok önemli bir hizmet de İstanbul Çevresi Alan Araştırmaları. 1936 ile 1951 yılları arasında Halil Bedii Yönetken, Muzaffer Sarısözen ve Rıza Yetişen, resmi görevlendirmeyle folklorik derleme çalışamaları yapmışlar. Bütün İstanbul ve civarı dolaşılarak derlemeler yapılmış, ses kayıtları alınmış... Sonra bu çalışmaların hepsi Ankara Devlet Konservatuvarı arşivlerine kaldırılmış, o kaldırılış… Aradan 60 koca yıl geçmiş, tık yok, yayınlanmamış. Süleyman Şenel bunu keşfettiğini bana bir sohbetimizde söylemiş, inşallah bir gün bir imkan bulunur da bunu yayınlamak mümkün olur demiştik. 2010’da göreve başlar başlamaz kendisini aradım ve o imkanın doğduğunu söyledim. Hiç bilinmeyen türküler çıktı. Bunlar okundu, kaydedildi. Konseri verildi. İki cilt halinde 1.000 sayfalık da dev bir kitap çıktı ortaya.
Münir-İstanbul projesini Timur Selçuk'a ve Türk Musikisi Vakfı’na önerdim, kabul ettiler. Münir Bey'in şarkıları yorumlandı. Aynı anda senfonik orkestra, klasik koro ve klasik sazlar sahne aldı. Münir Bey'in zaman zaman yaptığı, eserlerinin çoksesli olarak seslendirilmesi yapıldı. Timur Selçuk da bunu iyi yorumlayan, geniş müzik bilgisini babasının eserleri üzerinde uygulayabilen bir isim olduğu için unutulmayacak bir konser oldu. Gördüğü büyük ilgiden dolayı, İstanbul 2010’un kapanışında bir kez daha sahnelenecek.
Teravih-i Enderun ve Cumhur Müezzinliği projemizi de teklifim üzerine Mehmet Kemiksiz gerçekleştirdi. Ramazan boyunca İstanbul’un 30 camiinde uygulanan ve bir asırdır unuttuğumuz bir İstanbul geleneği yeniden hayat buldu. Rekor bir katılımcı sayısına ulaştık. Camilerin sair akşamlardaki cemaatleri en az 10’a katlandı ve 112.000 katılımcı sayısını aştık!
Yorgo Bacanos İstanbul Ulsulararası Ud Festivali de müzik tarihimizde bir ilkti. Doğumunun 110’uncu yıldönümü sebebiyle düşündüğüm ve uluslararası çapta önemli bir ud sanatçımız olan Necati Çelik’in sanat yönetmenliğine verdiğimiz festival büyük bir iç ve dış katılımla gerçekleşti.
Daha çok projemiz var, fakat anlatmaya kalksam uzun sürecek… Merak eden okuyucularınız, İstanbul 2010 AKB Ajansı’nın web sitesinden girip bütün projelerimizi görebilirler.
O.Y: Mehmet Bey, çok teşekkür ediyoruz. Son olarak Saz ve Söz için ne söylemek istersiniz?
M.G: Başarılarınızın devamını diliyorum. Şu anda en iyi musiki dergimiz diyebilirim. Takip etmeye çalışıyorum. Büyük ciddiyetle hazırlandığı belli. Seçilen konular, kişiler düzgün, diline ve üslubuna dikkat eden bir dergi. Bugün yapılan yayınlarda en büyük sorun Türkçe... Redaksiyon işi de yapmış biri olarak bu konuda çok hassasım. Dile verdiğiniz önemden dolayı özellikle tebrik ediyorum. Gayet güzel. Tabii ki bu derginin basılı çıkmasını da arzu ederim.
O.Y: Çok teşekkür ediyoruz Mehmet Bey, değerli görüşleriniz ve zamanınızı ayırdığınız için.
Okan Yunusoğlu: Mehmet Güntekin bu işe amatör olarak başlamış biri. Okuyucularımızın pek çoğu kendisini tanısa da, bir de Mehmet Güntekin'den dinleyebilir miyiz hikayesini? Bugün olduğu noktaya nerelerden geçerek, nasıl geldi? Anlatabilirse memnun oluruz.
Korkutalp Bilgin: O civarda belki başka türlü ulaşma imkanı olmadığından dolayı hassasiyet gösteriyordu.
M.G: Belki. Bir de pikabı vardı. Onu kişileştirmiş, adını da Hacı Arif Bey koymuştu. Keyfi geldiği zaman, "Mehmet getir Hacı Arif Bey'i" der, ben de Hacı Arif Bey'i, yani pikabı getirir, plakları sırayla takmaya başlardım.
K.B: Pikabın da herhalde sesi güzeldi ki adı Hacı Arif Bey olmuş...
M.G: Tabii onda çalınan plaklara da bağlı. Dönemin ünlü ses sanatçılarının plakları… Özellikle Selahattin Pınar’ın şarkılarına düşkün olduğu için Mediha Demirkıran’ın Pınar 33’lüğü favorilerindendi. Alaeddin Yavaşça'nın 45'likleri, 33'lük fasıl plakları... Onları dinleyerek büyüdüm.
1969 yılında ailece İstanbul'a gelmiş, Kapalıçarşı'yı geziyorduk. Müzik aletleri satan bir dükkânın önünde babam ablama "Sana piyano alalım mı?" diye sordu. Ablam, sanırım mandolin çaldığından dolayı kendisine daha yakın bulmuş olacak ki, "Piyano istemem, gitar olsun" deyince, "Öyleyse ud alayım" diye teklifini değiştirdi. Ablam da ona mırın kırın edince o zaman "İkimizin dediği de olmasın, akordeonda anlaşalım" dedi ve öyle yaptı! (Gülüşmeler).
Bafra'ya döndük, ablam o akordeona elini sürmedi. Akordeon sürekli benim elimde. Babaannemden öğrendiğim bir şarkı vardı, ilk öğrendiğim şarkıdır "Yıldızların Altında"; ilk olarak onu kendi kendime çaldım. Bir kasaba orası, babannemden ilk öğrendiğim şarkı Kaptanizade Ali Rıza Bey’e ait. Nasıl, nereden öğrenmiş bilmiyorum. Hiç tanıyamadığım, çünkü ben doğmadan önce ölen dedem de müziğe çok düşkünmüş. Çiftliğimizde ud çalan “Arnavut” lakaplı bir bahçıvan çalışırmış. Onunla akşamları fasıl yaparlarmış. Evimiz öteden beri müziğe aşinaymış yani. 1976 yılında Bafra'da bir musiki cemiyeti kuruldu ve ben akordeonumu alıp oraya gittim.
K.B: Kaç yaşındasınız o zamanlar?
M.G: 13 yaşındayım. Cemiyet kurulmadan önce de Bafra'da belediyede çalışan Türkay Gündoğdu adlı bir ağabeyimiz, açtığı sazevinde, mesai harici gün ve saatlerde bağlama ve çalgı tamiri yapar, saz dersi verirdi. Yetenekli biriydi ve güzel bağlamalar yapar, çok da güzel çalardı. Hatta bir süre sonra kendisine bir de tanbur yaptı. Sonradan cemiyet açılınca tanbur çaldı. Ben de çocuk yaşta o sazevine sık sık giderdim. Müzik üzerine sohbetleri dinlemekten çok hoşlanıyordum.
Zamanla kurs görenlerden özendim ve ortaklı dükkânımızda çalışmamın karşılığı olarak aldığım haftalıklardan biriktirdiğim parayla Türkay ağabeye kendim için dut ağacından bir cura yaptırdım. Böylece akordeon yanında ikinci bir sazım oldu. Curayla da ilk olarak Koyun gelir yata yata türküsünü öğrenip çalmıştım. O atölye bir musiki mahfili haline gelmişti. Sazını kapan orada buluşurdu. Allah rahmet eylesin, Kemani Osman Taşkıran, Kemani Muhlis Çakmaklı ve Udi Necati Çelik (bildiğimiz Necati Çelik değil, ad benzerliği), ömürleri uzun olsun Kanuni ve Kemani Sedat Mete, Kemani Mahmut Koçbay… Çalar söylerlerdi. Oraya gelip gidenler "Böyle olmuyor, bir cemiyet kuralım" dediler ve Bafra Musiki Cemiyeti'ni kurdular.
Bafra’da 50'li yıllarda bir cemiyet varmış ama kapanmış. Yakınlarda kaybettiğimiz, Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne 50 yıl hizmet etmiş Tanburi Nafiz Anarat da o oluşumun lideriymiş. Ondan da daha önce Cumhuriyet'in ilk yıllarında sıkı bir cemiyet daha varmış ve hocası da kimmiş biliyor musunuz? Giriftzen Asım Bey! Ne alakası var diyeceksiniz… O tarihlerde Giriftzen Asım Bey vaktiyle sürgün olarak geldiği Amasya'da yaşıyormuş. Belli aralıklarla Amasya'dan Bafra'ya gelir, öğreteceklerini öğretir, "Bir dahaki gelişime kadar çalışırsınız" dermiş. O zamanki yol şartlarını düşünün. Fotoğrafları var. Bunlar müzik geçmişimde beni şaşırtan ve müziğe bağlayan noktalar.
1976’da Bafra Musiki Cemiyeti kurulup ben de çalışmalara katılmaya başlayınca, o resmi gördüm yaşlı bir zatın elinde. Bafralı müzik meraklıları ve Giriftzen Asım Bey! Bafra nere, Asım Bey kim?! Fotoğrafı gösteren Muhlis Çakmaklı, ailesi Yunanistan mübadili, son derece beyefendi biriydi. Aslen batı usulü keman çalardı. Geçmişe meraklı bir çocuk olduğumun farkında ve özel bir ilgi gösterirdi. Bir gün cebinden itina ile çıkararak o eski cemiyet zamanından bir resim gösterdi ve "Aramızdaki beyaz elbiseli zat kim biliyor musun?" diye sordu, "Kim?" deyince "Giriftzen Asım Bey" dedi. Babamın kitaplarını hıfzettiğim için bestekârların hayat hikayelerine kadar biliyorum. Asım Bey’i tanımam mı? "Aa! Giriftzen Asım Bey ne arıyor Bafra'da?" diye hayretle sordum. "Bizim hocamızdı, Amasya’dan gelir giderdi" dedi.
Giriftzen Asım Bey ile müzik yapmış kişi Muhlis Çakmaklı'yı tanıdım ve ben de onunla müzik yaptım. Asım Bey, Atatürk Harbiye’de talebe iken kurduğu musiki topluluğunun hocası. Dolayısıyla Atatürk’ün de musiki hocası. Bakın işte; bize uzak sandığımız zamanla aramız halbuki ne kadar yakın! Atatürk’le müzik yapmış Giriftzen Asım Bey ile çalışan Muhlis Amca’yla ben birlikte sahneye çıktık! Birden, insanın kendini bir derinliğe ait hissetmesine sebep oluyor bu tür şeyler. O çocukluk çağımda, önemli bir iş yapıyorum duygusu yaşadığımı ve daha da heveslendiğimi hatırlıyorum.
Girdik akordeonla cemiyete… Tabii akordeon çok uygun bir saz değil. Hatta ilk konserimizde hatırlıyorum, Hüzzam faslı yapılıyor, tabii bazı sesleri vermesi mümkün değil, batıyor insana. Bir şey de demiyorlar bana, kırmamak için. Çünkü cemiyetin maskotu gibiyim, el üstünde tutuluyorum. "İstersen şarkı söyle" diyor şefimiz, ama ben ille bir şey çalmak istiyorum. "Peki" diyor, ama ben de hissediyorum olmadığını aslında. Kritik perdelerde es geçiyorum. Baktım olmayacak böyle, beni de kırmamak için çalma falan demiyorlar, kanuna merak sardım. Çok iyi kanun ve keman çalan Sedat Mete vardı; şimdi Samsun Devlet Korosu'nda kemani. Onun sazıyla kanuna başladım. Hemen o sıralarda İstanbul'a bir gelişimde kanun edindim. Kanundan anladığım yok; vitrinden kötü bir kanun almışım.
Uzun zaman, 1985’lere kadar kanun çaldım. Hem cemiyette, hem de Bafra'daki Roman gruplarla birlikte ve sonraları üniversite yıllarımda. Bafra'daki Roman gruplarda klarnet, keman, ud, darbuka, cümbüş çoktu, ama kanun hiç yoktu. Yani onların ayarında çalamasam da hem beni desteklemek, hem de ekibimizde nadir bir sazımız da var diye göstermek için olacak, beni aralarına aldılar. Düğünler, eğlenceler, gezmeye başladım. Sağolsunlar, aralarında perde hakimiyetleri ve repertuvarları ciddi çapta olan çok iyi müzisyenler vardı. Mesela rahmetli Osman Taşkıran, inanılmaz bir müzikaliteye ve fasıl repertuvarına sahipti. Dükkanımızda da çalıştığım için desteğim aksadıkça babam bozulmaya başladı. O sırada musiki derneği çalışmaları da devam ediyor. O bir yıllık, hem piyasa hem cemiyet çalışmasıyla yoğun geçen dönemin ardından, 77 yılında lise için İstanbul'a geldim. Kabataş Lisesi'ne. Kanunu getiremedim; yatılı okul. Okulun çoksesli korosuna katıldım. Hocamız Hasan Özak. Müzikten kopmamak için koroya devam ediyorum, ama okul şarkıları beni kesmiyor. Bir haftasonu gidip kendime bir cümbüş aldım. Teknesi metal olduğu için yatılı okulda daha dayanıklı olur diye düşündüm. Siyasi atmosferin çok gergin olduğu bir dönem.
O.Y.: 80 öncesi?
M.G: Evet 77-78. Okulda sürekli arbede çıkıyor, gerginlikler, kavgalar, Kanlı 1 Mayıs dönemi… Benim o zamana kadar çok iyi olan öğrencilik hayatım 77’de bitti adeta. Çünkü İstanbul sevdası galebe çaldı. Gez Allah gez! Okuldan kaçıp İstanbul’u keşfe çıkardım. İlk kez 6 yaşında gördüğüm İstanbul’a aşığım. Çocukluğumdan itibaren hep İstanbul'a kaçma hikayelerim vardır. Bir şeye kızmayagöreyim! Hemen İstanbul’a kaçmayı planlardım. Nihayet o kaçış fikri yasal bir yola girdi; okul için geldim. Bu arada tabii dersler kötü gitti... Siyasi ortam da çok kötü olunca, babam "Biz seni sokakta bulmadık" diye geri aldı beni Bafra’ya. Bir sene kaybetmiş oldum, Bafra'ya içim kan ağlayarak geri döndüm.
Lise, 12 Eylül öncesi sürecini çok çok gergin bir ortamda ve tam merkezinde yaşamak üzere Bafra’da bitti. Ama diyebilirim ki şu an tamamen talihli olduğum için yaşıyorum. Kaç arkadaşımız ya dışarıda olaylarda, veya içerde öldü. Bizim alacak nefesimiz varmış. Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra o hırgür bıçakla kesilir gibi bitti ve ortaya çıkan derin sessizlikte müziğe daha fazla düştüm. Üniversite sınavına girip İstanbul Siyasal Bilgiler'i kazanınca asıl İstanbul hayatım başlamış oldu.
Asıl dönüm noktası ise şöyle oldu… Okula kayıt işlemlerini yaptırırken Medikososyal binasının önünde işlem için sıra bekliyorum... Sıra bana yaklaştığında, üst katlardan bir müzik sesi işittim. Bir kemanla bir kanun Şeddiaraban Saz Semaisi'ni çalıyorlar. Kuyruğu falan bıraktım, hemen üst kata… Bir baktım plak mlak değil, hakikaten iki kişi ciddi ciddi çalıyor, rahatsız da edemedim... Karşıda bir oda açık, girdim, "Burası neresi, hastane değil mi?". Masada oturan kişi, "Yok hastane değil, burası medikososyal" dedi. "Ama müzik var?" " Üniversite Korosu burada çalışıyor" dedi.
Şimdi geriye gidelim, babamın aldığı Türk Bestecileri Ansiklopedisi'ni satır satır kimbilir kaç kez okumuşum. Orada hep bir Üniversite Korosu lafı geçer. Alaeddin Yavaşça, Nevzad Atlığ, Selahattin İçli, Necdet Yaşar... hepsinin biyografisinde... "Bu, Nevzad Atlığ'ın, Necdet Yaşar'ın Üniversite Korosu mu?" diye sordum. "Evet" dedi o kişi gülümseyerek. "Buraya girebilir miyim?" dedim, "Üniversite öğrencisi isen tabii ki” cevabını aldım. "Çalar mısın, söyler misin? Neye ilgi duyuyorsun?" sorusuna, "Kanun çalıyorum" diye cevap verdim. "A, ne güzel, ihtiyacımız vardı zaten. Peki, nota biliyor musun?" deyince, "Bilmiyorum, ama bildiğim eserleri çalıyorum" diye açıkladım. "Maalesef öyle olmaz; sazda nota bilme şartı arıyoruz. Ama koroya ses olarak katılabilirsin" dedi. Kendimce iyi bir kanuniyim ya, bozuldum! İçimden, “Siz bilirsiniz, neyi kaybettiğinizi bilmiyorsunuz!” gibi düşüncelerle geri dönüp merdivenlere yöneldim.
Fakat o saz eseri çalışması devam ettiği için sesler beni sarmış durumda. Üstelik bir de çocukluğumdan beri hakkında büyük isimlerin gelip geçtiği yer olarak bilgi sahibi olduğum “Üniversite Korosu” imajı! Merdivenin başında durdum, kös kös geri döndüm. "Koroya katılayım o zaman" dedim (gülüşmeler). "Peki, oku bakalım birşeyler" dedi o yetkili şahıs. Bafra’da bir Hüzzam faslı yaptığımızı söylemiştim ya... “Ada’nın yeşil çamları" dedim. Okudum, "Güzel, güzel" dedi, "Seni aldık koroya". Meğer o kişi Fatih Salgar'mış! Süheyla Altmışdört’ün muaviniymiş ve pazartesi günleri koroyu o çalıştırıyormuş.
Hemen o gün Üniversite Korosu’nun çalışmalarına başladım. Aşağı kattaki kayıt kimin umurunda? Üniversite Korosu’na girmişim ben! O gün Uşşak radyo programının çalışması yapılıyormuş. Dolayısıyla Üniversite Korosu’nda ilk geçtiğim makam Uşşak, ilk eser de Hacı Ârif Bey’in Büyük Meyhane’si oldu. Daha önce hiç tanımadığım, bilmediğim, görmediğim eserler. Giriş o giriş.
Okulumla ilişkim, ilk seneden sonra tamamen ikinci plana düştü. Kendi okulumdaki derslerden çok, mesela Türkoloji’de rahmetli Mehmet Çavuşoğlu’nun Metin Şerhi derslerini tercih ederdim. Veya Edebiyat Vakfı’nın Yeşilay İşhanı’ndaki Çarşamba Toplantıları’na devam ederdim. Süheyl Ünver başta olmak üzere birçok önemli kültür adamını dinlemek suretiyle adeta bir alternatif üniversite hayatım oldu. Peyami Safa, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Samiha Ayverdi gibi birçok temel külliyatı o dönemde devirdim. Okulda Tarık Zafer Tunaya’nın, Ersin Kalaycıoğlu’nun, Ülkü Azrak’ın, Aydın Aybay’ın, Burhan Şenatalar’ın, Ahmet Güner Sayar’ın, Bakır Çağlar’ın dersleri varsa onları kaçırmak istemezdim. Bir de Şerif Mardin gibi bir isim konferans verecekse ona… Başka bir dolu derse hemen hiç uğramazdım. Görevmiş gibi veya sınavları geçmek için değil de zevk için, öğrenmek için izlediğim bir üniversite hayatım oldu diyebilirim. Bu da elbette ki sonuç itibarıyla “başarısız” bir öğrenciyi ortaya çıkardı. Başarının ölçüsü sınav sistemi üzerine kuruluydu çünkü.
Hayatımın merkezinde Üniversite Korosu vardı. Biz Süheyla Hanım'la yıllarca, hoca-talebe ilişkisinden çok anne-evlat gibi bir beraberlik yaşadık. O hava iyice sarıp sarmaladı beni. Sabahın köründe Üniversite Korosu'na girer, okulda çok önemli bir şey yoksa sadece koroda vakit geçirirdim. Okurdum, notaları yazar, basardım. Fotokopi yok o zamanlar tabii. Nuh Nebi’den kalma bir teksir makinesi var, düzeneği bozulmuş… Biliyor musunuz nasıl çalışır? Gestetner mumlu kağıtlar vardır. Ucu köreltilmiş toplu iğneyi tükenmez kalemin içine tersten sokuyorsun, onunla nota yazıyorsun. Sonra mumlu kağıdın altını çıkarıyorsun, üstte kalan kağıdı hava boşluğu kalmayacak biçimde tanburanın etrafına tersten sarıyorsun. Tanburanın haznesine boyayı sıkıyorsun. İyice yediriyorsun, birkaç kez boş çevirip mürekkebin her yere eşit dağılmasını sağlıyorsun. Düzenek bozuk olduğu için kağıdı otomatik olarak baskıya almıyor. Parmak yalayarak tek tek kağıtları makineye vermek gerekiyor. Ama aynı anda da diğer elle tanburanın kolu çevrilecek. Dil, sağ el ve sol elin öyle bir koordine olması lazım ki, belirli bir zamanda göndermezsen yarım çıkıyor, bozuk çıkıyor ama öyle bir otomatiğe bağladım ki iki el, ve dil sürekli çalışıyor; makinenin belki de bozuk olmadığı zamanındaki performansından daha süratli iş çıkarıyorum. Şimdi o manzarayı düşününce komik geliyor. Şarlo'nun Asri Zamanlar filmindeki yemek yedirme makinesi gibi. Ve uzun lafın kısası; müthiş bir Üniversite Korosu sevdasıyla sabahlardan akşamlara kadar müzikle yattım, müzikle kalktım. Okul, hakgetire…
O.Y.: Sizin okulun hep kötü gitmeye meyli varmış...
M.G: Ortaokulun sonuna kadar çok parlak bir öğrenciydim. Bafra’daki lise hayatım da hiç fena değildi. Bafra Lisesi'nde 41 kişiydi sınıfımız, 41’imiz de Türkiye’nin en iyi okullarını kazandık. Ve İstanbul'da okul böyle kötü gidince ben kendimi tamamen müziğe verdim. Yıl 1984, koroda iki yıllığım. Bir gün Süheyla Hanım bana "Sınavlara başvurdun mu?" diye sordu. "Ne sınavı hocam?" dedim. "Devlet Korosu sınav açtı ya" dedi. Kıpkırmızı olduğumu hatırlıyorum. "Acaba terbiyemi mi sınıyor?" diye düşündüm. "Estağfirullah hocam" dedim. "Ne demek estağfirullah?!" dedi. "Ben Devlet Korosu sınavına niye gireyim?" Çünkü öyle bir niyetim hiç olmadı. Devlet Korosu'nun konserlerini büyük hayranlıkla izliyorum. Mesela yaz tatilinde Bafra'dayım, İstanbul Festivali konserinde koro ayin okuyacakmış, sadece o konser için otobüse atlayıp 15 saat yolu bir günlüğüne geliyor, geri dönüyorum. Devlet Korosu benim için sadece hayranlıkla izlediğim, amatör musiki hayatımda örnek aldığım çok yukarılardaki bir yapı. İçinde yer almak gibi bir düşüncem yok. O yüzden Hoca Hanım’ın sınava girmemi salık vermesine direniyorum. "Hayır evladım, öyle düşünme, gir sınava, senin kazanma ihtimalin var orayı" dedi. Peki, ne kaybedeceğim, başvurdum ben de sınava, yapıldı sınav. Oldukça uzun süre tuttular içeride.
O.Y.: Sınavda jüri kimdi?
M.G: Nevzad Atlığ, rahmetli İrfan Doğrusöz, Ender Ergün, Fatih Salgar, rahmetli Cahit Peksayar, rahmetli Mefharet Yıldırım ve bir de saz eşliği olarak Hacer Tısoğlu. Ne okuyacağımı sordular. Zekâi Dede’nin Hicazkâr bestesi, Hicr-i lebinde yârin bir dil ki oldu nâhoş. "Tamam" dediler, "Çıkar notalarını". "Notam yok" dedim. Nevzad Bey kızdı, "Evladım, sınava geliyorsunuz, notanız yok! Olur mu?" dedi. Nereden bileyim? Böyle bir sınava hiç girmemişim ki. Nota almak aklımın ucundan dahi geçmemişti. Hacer Hanım, zavallı halime acımış olacak ki, "Hocam benim ezberimde" dedi, beni kurtarmak için sanırım. "Peki madem" dedi Nevzad Bey, okudum. Sonra deşifre, dikte, usul, musiki tarihi, vesaire… Güzel bir sınav geçti.
Sonradan öğrendim ki, benimle aynı sınava giren başka bir arkadaştan hangimizi tercih edecekleri konusunda bir konuşma geçmiş jüride. O arkadaş konservatuvardan mezun ve yaşça benden epey büyük. İkimizden birini tercih etmeleri gerekiyor. Nevzad Bey’in çok güzel bir yaklaşımı olmuş. "Bakın, bu gencin (benim için) yaşı henüz küçük. Ama diğeri 6 yaş büyük. Gelecek yıllarda bir sınav açılsa dahi belki de başvuru yaşını kaçıracak. Üstelik konservatuvarı da bitirmiş; yazık olur. Daha genç olanın kumaşı iyi, belli ki buranın malı olmaya aday. Gençtir, biraz beklesin zararı olmaz, ötekini alalım"... Ve diğer arkadaşı almışlar, ben o yıl kazanamadım.
Fakat şaşırdım. Çünkü her ne kadar kendimi gerçekten de iyi yetiştirmiş, Üniversite Korosu gibi bir nimeti iyi değerlendirmiş olsam da konservatuvar mezunu değildim. Belediye Konservatuvarı’na bir süre devam etmiş, ama bırakmıştım. Hiç düşünmediğim bir sınava hocamın zorlamasıyla girmiş, ama onlarca kişiyle yarışmış, ilk sıralarda bir sonuç almış, resmen başa güreşmiştim. Bu bana müthiş bir güven verdi. “Demek ki fena değilmişim” diye düşündüm.
Bu bir tarafa, Nevzad Bey’in öteki arkadaşı tercih etmeleri gerektiğine dair yaklaşımını uzun zaman sonra olaya tanık olan birinden dinlediğimde büyük bir memnuniyet duydum. Yalnız başına bu olay bile kurumuma duyduğum saygının tek sebebi olabilecek değerde. Bence liderlik budur; kritik anda salim kararı verebilmektir. O karar tek kelimeyle en adil karar olmuş. Aksi olsa idi kurumuma bugünkü derecede saygı duyabilir miydim, bilmiyorum.
1985’te de Üniversite Korosu’na devam ettim. İzmir Devlet Korosu kuruluyordu. Sınava girdim ve kazandım. Sonuçlar Resmi Gazete’de yayınlanıp yürürlüğe girdikten sonra bakanlıktan bir yazı aldım: “İstanbul Siyasal'da okuduğundan, okulunun engel teşkil edeceği anlaşılmış olup ataman yapılamayacaktır" şeklinde bir yazı! Şok! Hemen cevaplı bir telgraf çektim. Cevaplı çekmemdeki amaç cevaplamaya mecbur olsunlar, böyle bir telgraftan haberimiz yok demesinler. "Öğrenimimin yarım kalması kendi sorunumdur. Resmi Gazete’de yayınlanıp yürürlüğe girmiş hakkımdan mahrum edilirsem ilgili mahkemelere başvuracağımı ihtaren bildirir, saygılar sunarım” diye bir şeyler yazdım ve hemen gönderdim. Bir saat sonra cevap geldi: "Atamanız yapılmıştır, bilgilerinize." İşte bu da böyle bir hikaye. Tayin yazımın geldiği sıralarda duydum ki, İzmir’de kurulan koronun anladığım manada bir Klasik Türk Müziği anlayışı yokmuş; denemeler yapacaklarmış, yeni besteler okuyacaklarmış... Hemen o an kararımı verdim ve istifa mektubu gönderdim. Hiç başlamadım yani. Artık o yıl yedeklerin ilk sırasında kim vardı ise onun kısmetiymiş. Her işte bir hayır var.
İstanbul'da okul iyice sarpa sarmış vaziyette... Dördüncü sınıfa geçme aşamasına gelmiştim, ama alttan borçlar var. Maddi sıkıntılarım var. Allah’tan, çocukluğumuz ağır şartlarda çalışmakla geçtiği için un kamyonu boşaltmak, kapı kapı dolaşıp eşarp satmak, Tahtakale’den ıvır zıvır alıp sağda solda satmak gibi işler dahil her şeyi yaptım ve ayakta kaldım. O bir yılı, hayatımın en zor dönemlerinden biri olarak geçirdim. Şimdi düşünüyorum da, bir kere dahi İzmir’den istifa etmekle hata etmişim gibi bir düşünce aklımdan geçmedi. Aradan bir sene geçti. 1986’da İstanbul Devlet Korosu bir sınav daha açtı. Ben gene başvurdum, bu defa notalarımı falan aldım yanıma tabii ki.
O.Y.: Nasıl geçti bu defaki sınav?
M.G: Çok güzel bir sınav verdim. Başarmaya mecburdum. Çünkü o sınavı kazanamasaydım memlekete dönmekten ve baba mesleğine devam etmekten başka yol kalmamıştı. Üstelik, yıllarını boşa harcamış, okulunu dahi bitirememiş biri olarak… Bu durum benden çok rahmetli babamı üzerdi. Sınava girer girmez ilginç bir olay yaşadım. Jüride rahmetli Yusuf Nalkesen’i görmeyeyim mi? "Eyvah!" dedim. Elim ayağım titremeye başladı. Çünkü bir yıl evvel İzmir’deki sınavın da jürisindeydi. Okuduğum eserdeki bir ayrıntı ve musikiden anlaşılması gerekenin ne olduğu konusunda kendisiyle biraz atışmış, tatsız bir durum yaşamıştık. Yusuf Nalkesen beni tanıdı ve "Bir dakika beyler!" dedi. "Şimdi yandık!" dedim. "Sen geçen sene İzmir'in imtihanına girdin, değil mi?" "Evet" diye cevapladım, ama kıpkırmızıyım. Babacan bir tavırla başını salladı ve "Nevzad Bey, bu çocuk bize haddimizi bir bildirdi ki sormayın" dedi. "Öyle mi?" dedi Nevzad Bey, “Nasıl yani?”. Bir yıl önceki o olayı anlattı ve ekledi "Ben sonradan düşündüm, cevap veriyor diye kızmıştım ama çocuk hakikaten haklıydı. Aferin evladım, hep böyle ol. Haklıysan sözünü esirgeme" dedi. Bu bana öyle bir puan oldu ki daha sınav başlamadan... Allah rahmet eylesin, Yusuf Nalkesen’in güzel bir jestiydi. Düzgün adammış demek ki. Yoksa “Bacak kadar boyuyla bana cevap vermek neymiş şimdi görür!” deyip aleyhime de çevirebilirdi, ama yapmadı, faziletli davrandı ve anlattığı anekdot sanırım peşinen birkaç puan almamı sağladı. Sınav da çok iyi geçti zaten. Neticede, iki yıl önce Süheyla Hanım “Sınava başvuracak mısın?” deyince “Ne haddime?!” derken şimdi Devlet Korosu'nu birincilikle kazanmıştım.
O.Y.: İstanbul Devlet Korosu’nu…
M.G: Evet. Yani insan, herhalde bir işe kendisini çok verdiği zaman, meslek olarak hedef seçmese de, o iş sizi bırakmıyor, kendi içine çekiyor olsa gerek. Ben müziği bir şey elde etmek için yapmıyordum. Üniversite Korosu'ndaki uğraşlar filan... Sadece zevk alıyordum. Mesela Üniversite Korosu’nun arşivindeki saz eserlerinin tamamını deşifre etmiştim. Notayı öğrendikten sonra, nota bilmeden geçirdiğim yılların acısını çıkarırcasına, yutar gibi deşifre yapardım. Sözlü veya sözsüz, yüzlerce eseri deşifre ettim o dönemde. Klasik musikimizde deşifre etmediğim eser kalmadı desem yeridir. Tabii ki benim için Devlet Korosu’na girmek müthiş bir şeydi. İşte karşımdaki şef, okumayı öğrendiğim çocukluk yaşlarımdan itibaren tanıdığım Nevzad Atlığ! Şurada, hemen önümde oturan kişi, 1919 doğumlu bir başka dev: Mefharet Yıldırım! Öteki Meral Uğurlu! Üç sağımda Münip Utandı! Karşımda Cahit Peksayar! Önceden seyrederken bile nasıl heyecanlanırdım. Bunun kıymetini hep bildim.
O.Y: Yazı da yazıyorsunuz ve arşiv merakınız var… Bunlar nasıl başladı?
M.G: Bu, babamın kitap ve dergi biriktirme merakının bana sirayet etmesiyle başladı sanırım. Çok küçüktüm, babam konser organizatörlüğü yapardı. Babaannemin yarıcıdaki çiftliğinin gelirleri, üç kardeş olan bizim adımıza babaannemizin açtığı banka hesapları, annemin bilezikleri… Hepsi satılır, İstanbul’dan getireceği konsere yatırılırdı. Her seferinde de o paralar batardı! Durup dururken büyük sıkıntılar yaşardık. Babaannem kesin otorite olduğu için fena cıngar kopardı! Ama o sıkıntılı durumlarda dahi babamın mesela Hayat mecmuası aboneliğinden vazgeçtiği, eve kitap getirmeyi bıraktığı görülmezdi. Her şeyden kısardı, ama okumayla ilgili faaliyetlerden asla…
Ortaokul ve lise çağlarımda, şubat tatili gibi fırsatlarda İstanbul'a kitap almaya gelirdim. Hatta babam "Sahhaflar Çarşısı’na uğra, bana da bir şeyler al" diye seve seve gönderirdi İstanbul’a. Babaannem kızardı; “Bacak kadar çocuğu gönderiyorsun İstanbul’a, başına kimbilir neler gelir” diye kıyameti koparırdı, ama babam “Benim oğlum kocaman adam! Halleder gelir” derdi. Dükkanımızda haftalıkla çalışırdım, ortaklı bir işti çünkü. Ben o paraları biriktirir, senede bir iki defa kitap almaya gelirdim İstanbul'a. Öyle biriktirmeye başladım. Eski fotoğraflar alır, tanıdık yüz var mı diye bakardım. Onları biriktirmeye başladım.
Yazı işi de şöyle: Lisedeyken gazete çıkarıyordum. Basbayağı matbaada basılıp 15 günde bir satılan bir gazeteydi. Bugünkü gazete çıkarmak gibi değil tabii. Kurşun harfler dizilirdi tek tek… Matrister, ıstakalar… Klişeler gereken yerlere konurdu. Bir iki örnek var elimde o gazetelerden, saklıyorum hâlâ. İşte oralarda köşe yazıları yazardım çeşitli konular üzerine, gelen yazıların redaksiyonunu yapardım.
'87 mi '88 mi tam hatırlamıyorum, tarih Uyan Ey Gözlerim kasetinin yayımlandığı tarihtir. Aylin Şengün ile hem Siyasal Bilgiler’den, hem Belediye Konservatuvarı'ndan, hem Üniversite Korosu'ndan tanışırdık. O günlerde Tercüman gazetesinde, Beşir Ayvazoğlu'nun idaresindeki kültür sanat sayfasında çalışıyordu. Bir gün karşılaştık, "Senin elin kalem tutar, bir şeyler yazarsan gazetede değerlendirebiliriz" dedi.
Aylin, o günlerde Ruhi Ayangil ile bir röportaj yapmıştı, Uyan Ey Gözlerim albümü hakkında. Çok hoş bir röportajdı, fakat tekrar tekrar okurken kendimce bir çok yanlış tespit ettim. Benim öyle bir huyum vardır, okurken not alır ve okuduğumu yazarak tartışırım. Aldığım notlardan bir yazı çıktı. Yazı da cebimde, arada bir okuyup ekleme ve çıkarmalarla demlendiriyorum. Ruhi Ayangil'le de tanışmıyoruz. Aylin'le karşılaşmamızda yazı yazmamı isteyince, tesadüfe bakın ki kendi yaptığı röportajın eleştirisini yazmışım ve cebimde! Çıkarıp uzattım, "Al sana yazı. Hem de senin yaptığın bir röportaj üzerine" dedim. Açtı baktı iki sayfa, "Çok uzun bu!" dedi. "Valla uzun muzun, kesecekseniz hiç yayımlamayın! Göster, oluyorsa böyle olsun! Bu son hali çünkü; aradan bir şey çıkarsa yazı kopar." Aldı yazıyı gitti.
O zamanlar Tercüman’ın akşam baskısı olurdu. Ben her akşam Harbiye’deki bekar evime giderken hamamın (şimdi otel oldu) köşesindeki bayiden gazete alırdım. Bir akşam baktım, benim yazının tamamı! Uçtum havalara tabii! Ardından, Beşir Bey benimle tanışmak istemiş. İnanılmaz bir şey; çünkü Beşir Bey benim için bir idol. Kalemine hayranım. Gittim, "Merhaba, Beşir ben… Sizi özellikle tanımak istedim. Tebrik ederim, iyi yazıyorsunuz. Ne zaman isterseniz bu sayfa size açık; ister haftalık yazın, ister ne zaman isterseniz…"
Ayaklarım yerden kesildi tabii. Yazmaya başladım ve giderek yazılar sıklaştı. Beşir Bey memnun kalmış olacak ki bir gün "Haftada bir müzik sayfası yap" dedi. Tercüman büyük bir gazete o zaman; Hürriyet bir, Tercüman iki, atbaşı gidiyorlar... Ve haftada bir gün bana teslim edildi sayfa. Gazete kapanıncaya kadar, Aylin’den Beşir Bey’den sonra da devam ettim. O dönemde bazı dergilerden yazılar istendi, bazı röportajlar yaptım birileriyle. Böyle devam etti yazı çizi işi. İlerleyen yıllarda İstanbul Ansiklopedisi yayımlanırken madde istediler. Sonra Yapı Kredi'nin Osmanlılar Ansiklopedisi geldi arkadan. Böyle böyle 200 kadar ansiklopedi maddesi yazmışımdır.
O.Y.: Pekiyi şunu merak ediyorum: İnsanlar sizden talep etmiş olabilir ancak sizin yazma amacınız neydi? Nereye ulaşmak istiyordunuz?
M.G: Bir hedefim yoktu. Sadece yazmayı severim. İstediler, yazdım. Ayangil ile ilgili röportajı eleştirdiğim yazıyla üzerime çok şimşekler çektim. "Sen kimsin yahu! Bir kendine bak bir de Ruhi Bey'e" dediler. Şaşırdım kaldım. Ben kötü bir şey söylememiş, sadece eleştirmiştim. Röportajda, “Dede Efendi gelip dinlese eserlerini tanıyamaz. Bugünkü Klasik Türk Müziği’nin sıhhatinden endişe ediyorum" deniyor ve Ali Ufki repertuvarından aktarılarak icra edilen eserlerin, klasik musikimizin asıl sesi olduğu iddia ediliyordu. Okurken doğru geliyor ama sonra diyorsun ki, bir dakika... Türk Müziği’nin geneline notaya alınmış eserler kaynak teşkil etmemiş ki Ali Ufkî'nin yazdıkları olması gerekeni belirlesin… Gelenekte neredeyse 20’nci yüzyılın başına kadar notaya alma geleneği yok. Aykırı olan Ali Ufki; onu kullanarak genelleme yapılamaz ki. Dede Efendi kime geçmiş eserini? Zekai Dede'ye geçmiş. Zekai Dede kime geçmiş? Oğlu Ahmed Irsoy'la Rauf Yekta'ya... Onlar da notaya almışlar zaten. Şimdi kimden şüphe duyuyoruz burada? Ya Zekai Dede gibi bir dehadan şüphe duymak lazım, yahut Ahmed Irsoy ve Rauf Yekta’dan… Bu isimlerin aktardığı bir şeyin sıhhatinden endişe edilir mi? Ben bunun yanlışlığına dikkat çektim. Bu yazı yüzünden bana vuranlara, yanlış bir şey yapmadığımı, “bir de bu açıdan düşünmek gerekir” diye uyarıda bulunduğumu anlatmaya çalıştım, ama nafile! Dinlemediler bile. Sanırım şöyle gördüler: Bir dev ve bir cüce var ve cüce deve tükürdü!
Ama Allah büyük, bakın ne oldu? Bir gün koro çalışması bitmiş, AKM'nin kafeteryasında oturuyoruz. O günlerde de herhalde Ruhi Bey senfoni orkestrasıyla Ferit Alnar'ın Kanun Konçertosu'nun provalarını yapıyor.
O.Y: '89 yılı olabilir.
M.G: Evet, aşağı yukarı olabilir. Bir baktım Ruhi Ayangil geldi. “Eyvah! Şimdi beni döver bu!" (gülüşmeler). Üçüncü kişilerden böyle bir zılgıt yiyince, asıl muhatap kim bilir nasıl yapar yuvamı! Kalkıp gitsem kaçtı denir. Sindim kaldım orada. Geldi oturdu. Tabii çok yakından tanıdıkları var, korosunda beraber çalıştıkları. Bir ara, "Yahu, Mehmet Güntekin kim? Sizin korodaymış"! Birkaç parmak birden beni işaret etti ve “İşte bu" dediler. Zavallı; kendimi düşünüyorum; o anda nasıl korkmuştum! Ruhi Bey de celâlli bir adam tabii. Ama bana içten bir tebessümle baktı ve "Beyler, size bir şey söyleyeceğim. Bu Mehmet Güntekin kardeşimiz bir yazı yazdı. Bunca yıldır ilk defa güzel bir eleştiri aldım ve o bana bir ayna oldu. Çok tebrik ediyorum sevgili kardeşim. Seni gözlerinden öperim. Muhakkak devam etmelisin" dedi. Donup kaldım. Dayak yemeyi beklerken olana bakın! Tabii ki o ortamda beni zılgıtlayanlar da vardı ve işin asıl güzel tarafı da o. Tek tek müsaade isteyip gitti o arkadaşlar.
Ve Ruhi Bey'le o gün başlayan dostluğumuz, sonraki yıllarda müzik hayatım için çok önemli yönlendirmelere dönüştü. Kendisini bu bakımdan daima şükranla anarım. Mesela Kanal 7 ilk kurulduğunda Nurettin Çelik'le fasıllar yapıyorlardı. Ruhi Bey'den ayrıca dini musiki programları istemişler. "Ben zaten fasıl programı yapıyorum, size bir genç arkadaşı öneriyorum" diye beni önermiş. Önermeyebilirdi. Hemen sıkı bir ekip yaptım. Sadreddin Özçimi, Göksel Baktagir, Yurdal Tokcan, bazen Necati Çelik, Özer Özel, Selim Güler, Ferruh Yarkın daimi saz kadrosu; Ender Doğan, ben, Hakan Hataylı, Aykan Özgün, Erhan Bahçı, Kemal Karaöz ses… Biz iki sene boyunca tekke musikisi alanında okunulmamış eser bırakmadık; ilahiler, nefesler, tevşihler... Ruhi Bey'in sayesinde onlar nadide kayıtlar olarak arşive geçmiş oldu.
Ruhi Bey yol açan, teşvik eden biridir. Yine Kanal 7'de bir Ramazan programı önerisi oldu. Dedi ki "Sen ve Münip Utandı okuyacaksınız; ben, Fikret Bertuğ ve Reşat Uca, üçümüz çalacağız". İbrahim Efendi Konağı adlı, İbrahim Sadri'nin sunduğu bir canlı program. İftardan sonra başlıyor ve 2-3 saat sürüyor. "Sen ritm saz çalacaksın" dedi. "Hocam, ben hiç ritm saz çalmadım ki"… diye kırk dereden su getirsem de beni zorla ikna etti ve ben bir ay orada ritim sazı çaldım.
Nereden nereye geldik, yazı çizi işinden buralara... İşte Beşir Ayvazoğlu gibi usta bir kalemin genç falan demeden bana imkan sağlaması... Ruhi Bey gibi sıkı bir müzisyenin hakkında yazmama rağmen büyük bir olgunlukla “Yazmaya devam etmelisin” öğüdü… Bunlar önemli şeyler. Böyle böyle ilişkiler başlıyor.
Bir gün, adını bildiğim ama hiç tanışmadığım Bülent Aksoy aradı. İstanbul Ansiklopedisi’nde müzik editörüymüş. Cevdet Çağla ve Ali Rifat Çağatay maddelerini yazmamı istedi. İncila Bertuğ önermiş beni, kabul ettim. Yazıları gönderdikten birkaç gün sonra beni çağırdılar ve “Z” harfine kadar bütün maddeleri verdiler. Çünkü memnun kalmışlar. Ciddi ve sürekli bir iş oldu benim için.
Dikkat ederseniz, hep doğru kişilerle ve işlerle karşılaşıyorum. İstanbul Ansiklopedisi de öyle. Oraya yazdığım Refik Fersan maddesi sebebiyle ise, hayatımda çok önemi olan Murat Bardakçı ile tanıştım. Bir hatamı bulmuş ve Hürriyet’teki sayfasında verip veriştirdi! Süper derecede esprili bir yazıydı. Aleyhime olsa dahi güzeldi; hatırladıkça hâlâ gülerim. Telefonunu bulup haklılığımı ispat için aradım, bağırış çağırış, ama kırıcı değil. O telefon konuşmasında bile çok şey öğrendim kendisinden. Anladım ki karşımda felaket bir zekâ var. O ağabey kardeş ilişkisi hâlâ sürüyor. Dergisinin yazarı, sonra redaktörü oldum. Beraber müzikolojik yayınlar yaptık. Bunlar beni besleyen ilişkiler ve işler oldu hep…
K.B: Her şey bir şekilde vesile olmuş ve değerlendirmişsiniz.
O.Y: Doğru insanlarla da karşılaşmışsınız.
M.G: Bir zamanlar bana derlerdi ki, "Yahu sen eşek misin? Hep parasız işlere koşturuyorsun". Ben 2-3 sene Tercüman gazetesinde çalıştım, tek kuruş almadım. Hatta cebimden harcadım. "Vereceğiz, vereceğiz" dediler, olmadı. Rahmetli Kemal Ilıcak, bir imparatordu ama maalesef battı, gazete kapandı gitti. Helali hoş olsun. Züğürt tesellisi gibi olacak ama bazı şeyler parayla satın alınamıyor. Üste para verseniz Beşir Ayvazoğlu gibi birinden ders alabilir misiniz? Beşir Bey yıllar sonra Belediye Kültür İşleri’nde yetkili bir konuma gelince beni aradı ve beraber çalışmayı önerdi. Sene 1994. Büyükşehir’deki müzik faaliyetlerini o davetle başlattık. Konserler, CD’ler… Para da kazandırdı bana bu işler. Tercüman’da para alamıyorum diye bırakıp gitmedim. Anlaşılan, sebat etmek, işi para yüzünden yarım bırakmamak bir tür geleceğe yatırım insanın hayatında. O kapı öyleymiş ama Allah başka bir kapıdan açığı kapatıyor. Sonra yine Beşir Bey’in davetiyle Doğan grubunun çıkardığı bir gazetede müzik editörlüğüm…
Ne yapsanız Murat Bardakçı gibi bir bilgi küpüyle beraber çalışabilir veya dostluk kurabilir misiniz? Bu beraberlikler beni çok geliştirdi. Beşir Bey’in ve Bardakçı hocamın üzerimde emekleri çoktur. Nasıl yazı yazılır, onlardan öğrendim.
K.B: Doğru kişilerle, değerlendirecek kişilerle tanışmışsınız...
M.G: Doğru kişilerle, doğru işler yaparsanız karşılaşıyorsunuz. Eskiler, “Ehl-i Hu, mahall-i Hu” derler… Parasızlık dönemlerimde, "Gel filanca kulüpte şarkı söyle" diye öneriler çok oldu. Ama tercih etmedim. Bazı para kazandıracak işleri yapmamak için üste para vermek evladır. O tarafa gitsem o türün adamları çıkacaktı karşıma muhtemelen. Bir de şuna inanıyorum: Şu anda hatırı sayılır bir arşivim oluştu. Siz bir işe karşılık beklemeksizin, kalben, gönülden kendinizi veriyorsanız, bütün kapılar önünüzde açılıyor, iyi şeyleri mıknatıs gibi çekiyorsunuz.
Meselâ... Safiye Ayla hayattaydı, Emlak Bankası Sanat Galerisi’nde bir sergi yapıldı, Safiye Ayla ve Şerif Muhiddin Targan'ın eşyaları, resimleri... Gittik, Safiye Hanım da oradaydı. Safiye Hanım'la, Cahit Gözkan'ın evindeki fasıllardan birinde beraber fasıl bile yapmıştık... Ama beni hatırlamaz tabii. Müthiş, çok güzel resimler var sergide. Ben de fotoğrafa düşkünüm. İyi tanıyan birine rica ettim, “Mutlaka çift olanlar vardır, kendisinin ve Şerif Muhiddin'in resimlerinden birer tane lutfedebilir mi?" Tanıdık elçi dileğimi iletti mi iletmedi mi bilmiyorum, ama ben o resimlerden alamadım. Çok arzu etmiştim. Nasıl istemişim ki, aradan yıllar geçti, bir gün Safiye Hanım’la Şerif Hazretleri’nin binlerce fotoğrafı, belgeleri, her şeyleri bana kendiliğinden geldi.
K.B.: Sergideki materyal?
M.G: Onlar ne ki, her şeyleri diyebilirim! Bütün evrak-ı metruke. Başka bir örnek... İsmini vermeyeceğim oldukça yaşlı bir büyüğümüz... Çok işine koşturdum. Ne zaman gel dese gittim, bir müşkilatı varsa halletmeye çalıştım. Müthiş bir arşivi vardı. Bir gün bir resim arıyordu, bir zarfın içinden bir müzisyene ait 3 tane aynı fotoğraftan çıktı. Birini imzalayıp vermesini rica ettim. Birden ciddileşti ve "Özel arşivimdir, veremem" dedi! Nasıl bozuldum biliyor musunuz? Başkası dese incinmem. Her işine koşturduğunuz birinden böyle bir şey duyunca yaralanıyorsunuz ister istemez. Bir gün rahmetli oldu. Ve inanılmaz bir şekilde o devasa arşiv de bana geldi! Söylemek istediğim özetle şu: Doğru işlerde ve doğru davranışlar içinde isen, doğru insanlarla karşılaşıyorsun, işlerin de doğru yolda gidiyor.
O.Y: Şu anda İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nun müdürüsünüz. Müdürle şef'in ayrıldığı yerler neresidir?
M.G: Yapıyı başkanlık sistemiyle yönetilen bir ülke olarak düşünürseniz, şef cumhurbaşkanıdır, yani kurumun sanatsal temsil yetkisine sahip en öndeki kişidir. Yetkileri açısından çok güçlüdür. Zaten öyle de olmalıdır. Sanatsal irade, meclis diye düşünebileceğiniz ve şefin başkanlığındaki Sanat Kurulu adlı bir yapıya aittir. Müdürün de sanatsal iradeye katkısı vardır ama sadece Sanat Kurulu üyesi olmasından doğan 1/5 oy hakkı nispetinde.
Peki, müdür ne yapar? Kurumun, sanatsal performansını ortaya koyması için altyapıya ilişkin her şeyden; maaşlar, sağlık gerekleri vesaire ne varsa onlardan sorumludur. Devletin mührünü teslim ettiği, "Sen benim İstanbul'daki temsilcimsin" dediği kişidir. Yani aslen koroda bir sanatçı olmama rağmen, verilen görev gereği birkaç kat fazla bir mesai yapıyorum ve devleti de temsil ediyorum. Ama bir profesyonel karşılıkla değil; yani fahriyen. Herkesle aynı maaşı alıyorum. Her yıl verilen yetkiye dayanarak sanatçılarla sözleşmeyi devlet adına ben imzalarım.
Müdür başka ne yapar? Kurumsal haysiyetimizin gerektirdiği her şeyi idare ve kontrol işi diyebiliriz özetle… Doğrudan asli görevimiz olmasa da, çizgimizin gerektirdiği kaliteye uygun olan işleri belirleyip hayata geçirmek de işimiz. Şakayla karışık, müdür biraz da “kötü adam”dır. Her kuruma bir kötü adam gerekiyor. Dahili ve harici her şimşeğe karşı paratoner vazifesi görmesi gereken biri mutlaka şart. O da müdürdür. Şefi olur olmaz her şeyle muhatap edemezsiniz. Çünkü, yıpranır. Kurumun selameti için yıpranmaması gerekir.
O.Y: Ben aslında bir sonraki sorumun cevabını da kısmen aldım. Tabii Klasik Koro, Türk Musikisi geleneğinin en önemli kurumlarından biri. Dar-ül Elhan'lardan, Dar-üt Talim-i Musiki Cemiyetlerinden bugüne gelen, Üniversite Korosu'yla birlikte bir geleneğe sahip bir kurum. Çok uzun süre Nevzad Bey, sonrasında kısa bir dönem de Ender Bey şefti. Şu anda Fatih Bey şef ve Birol Yayla da şef yardımcısı. Peki, sanat açısından geleceğe yönelik düşünceleriniz nelerdir?
M.G: Tabii koromuzun bir kuruluş amacı, felsefesi ve misyonu var. Şu şekilde özetliyorum ben bunu: Burayı kuran irade, burayı zamanın, tarihin üzerinde karar vermiş olduğu, ittifakla üst düzey eserler sınıfına kaldırdığı eserleri icra etmek amacıyla kurmuştur. Bu amacı devam ettirecektir koromuz.
Ben 25 yıldır korodayım, öncesinde de sıkı bir takipçisiydim. Buranın üzerine yağdırılan taşlardan biri de şuydu: "Devlet Korosu'nun bir bestekarın eserini okuması için o bestekarın ölmesi mi lazım?" Yani “Niye hep eski eserler okunuyor?” diye bir eleştiri. Ama adımız “Klasik Türk Müziği Korosu” zaten. Türk Müziği’nin klasiklerini ve zamanın üzerinde ittifakla karar verdiği daha yakın döneme ait “klasikleşmiş” eserler iştigal alanımız. O eleştiriler yapılırken, koromuz gerektiğinde Sadeddin Kaynak, Yesari Asım, Emin Ongan, Reşat Aysu da çalıp okuyordu. Ama ezberden konuşmak ezeli hastalıklarımızdan biri olduğu için aksi iddia edilegeldi. Taş atanların, konserlerimizi izlemeden konuşması ise çok ilginç bir ayrıntı! Zaten izleseler, böyle bir hata yapmazlardı. Biz Nevzad Bey'in ağzından bir kere bile "Filanca kişi kötü bestekardır" diye bir cümle duymadık. Takdir ederdi, ama kurumsal olarak konumuz müziğin “klasik” vasfı kazanan kısmıyla ilgiliydi.
Koroya karşı çok yapılan ikinci bir eleştiri ise ritm saz kullanılmamasıdır. Bu eleştiri ise genellikle tutarsız. Çünkü “Devlet Korosu ritm saz kullanmıyor, oysa ki ritim müziğin temel unsurudur” diyenler, Münir Bey’in, Tanburi Cemil Bey'in, Bekir Sıdkı Sezgin'in, Niyazi Sayın-Necdet Yaşar ikilisinin ve daha kimi sayarsanız sayın… Bu büyük isimlerin bugün bize ulaşmış kayıtlarının kaçında ritim sazı olduğundan ya habersizdirler, veya görmezden geldiler. Onlar da kullanmamışlar. Niye kullanmamışlar? Bunu tartışmıyorlar mesela. Müzikte ritm çalgısı “olmazsa olmaz” bir şeyse, koro icra ve solo icra farkı diye bir şey olmaz. Öyle çifte standart olmaz. “Olmazsa olmaz” ise her yerde olması lazım. Tek saz çalıyormuş da ritm olmazmış... Korosu solosu olmaz; müzik müziktir. E hani ayrılmaz unsuruydu müziğin?..
Karıştırılan şey şu: Müziğin ayrılmaz unsuru “ritim sazı” değil, ritmin kendi varlığıdır. Yani Cemil Bey taşplakta bir saz semaisini çalarken; veya Münir yahut Bekir beylerin kayıtlarında ritim çalgısı eşlik etmiyor diye “Ritimsiz çalıyor, okuyor” mu diyeceğiz?!
Ritim sazını tercih edip etmemek, tamamen müziği algılayış biçimiyle ilgili bir tercih sorunudur. Siz şimdi semai usulünden bestelenmiş bir eseri okurken bir ritim sazı usulü vurmuyorsa o müziği ritimsiz mi okumuş oluyorsunuz? Ritim o eserin içinde zaten… Zaten eser o ölçüye, o usule göre bestelenmiş. Ritmi darb olarak duymak veya duymamak, yaptığın icrada ritim sazıyla da duyurmayı tercih edip etmemek meselesi bu. Eski üstatların yüzlerce kaydı var elimizde. Onlar da kullanmamış. Devlet Korosu eski köye yeni adet getirmiş değil ki. Niye Mesud, Münir, Bekir, Niyazi, Necdet beyleri ve daha onlarcasını da taşlamıyorlar? Farkında bile değiller çünkü! Ezberden atıyorlar. Birisi bir taş atıyor, anlayıp dinlemeden, “bakalım eski örnekler bize ne söylüyor” diye araştırmak zahmetine katlanmıyorlar bile...
Öyle bir noktaya gelmiş ki bu ezberden eleştiri, yakın geçmişte birisi, "Siz Mevlevî Âyini'nde ritm saz kullanmıyorsunuz" diye beni haşlamaya kalktı. Halbuki bizim 35 yıllık tarihimizde, Mevlevî âyinlerinin kudümsüz icra edildiği vaki değildir. Adam 35 yıldır bir kez dahi gelip izlememiş, ama yüksek perdeden konuşuyor! O kadar gözleri bürümüş bu önyargı. Ha, “Koronun yaptığı en doğrusudur” gibi bir iddia sahibi değiliz tabii ki. Kişisel olarak benim başka bir fikrim ve zevkim de olabilir… Ama bu koroyu kuran irade, bir çizgi koymuş: "Biz Mesud Cemil'in kurduğu Klasik Koro’nun bir devamı gibi ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın bir muadili gibi düşüneceğiz" demişler. Onu örnek almışlar. “Yanlıştır” diyemeyiz, kimse diyemez.
K.B.: Yani saz sayıları, yerleştirmeleri hepsi o düşüncenin mi eseri?
M.G: Hayır, bu dediğim sadece devlet katında görmesi gereken itibar anlamında. Stratejik olarak, politik olarak… Arkadaşlar, buranın kurulması o kadar ilginç bir hikaye ki...
Şimdi bakın, “Atatürk döneminde Türk Müziği yasaklandı” hikayeleri anlatılıyor ya? Böyle midir gerçekten? Devletin bünyesinde Türk Müziği’nin ikinci plana atılması tâ II.Mahmud döneminde, 1826 yılında. Halbuki Atatürk döneminde elemanları maaşlı bir Riyâset-i Cumhur İncesaz Heyeti var. Devlet katında ikinci plana itilişin adresi Cumhuriyet değil; çok önce, tarihi de 1826. Bu koronun fiilî kuruluşu ise 1976. Aradaki fark tam tamına 150 sene. 15 senelik Atatürk dönemi hariç, bu ülkede, bu müzik 150 yıl boyunca devlet katında “muhacir”.
K.B.: Tabii o aralarda Talat Halman'ın istifası gibi hadiseler var.
M.G: Olay şu: 1974'de Ecevit başbakandı. Rusya ile bir takım ticari anlaşmalar yapılacak; Amerikan ambargosu var o sırada, Kıbrıs çıkartmasından ötürü; Türkiye zor durumda, biraz Rusya'ya çengel atılmaya çalışılıyor. Orada bazı ticari-iktisadi anlaşmalar yapılacak. Ecevit, “Boş boş gitmeyelim, kültürümüzle gidelim; Klasik Türk Müziği götürelim” diyor. “Niye ki?” diyor etrafındakiler. "Bir ekonomik anlaşma olsa dahi ülkelerin bir kültürü vardır, biz bununla görünmeliyiz orada" diyor rahmetli Ecevit.
Nevzad Bey'i çağırıyorlar. Klasik Türk Müziği eşittir Nevzad Bey çünkü. "Efendim" diyor, "Bizim böyle bir resmî yapımız yok. Hatta olması için de gayretimiz var, ama kimse bir türlü bize yanaşmıyor, çünkü tabu gibi. Bir geriye gidiş ifadesi gibi algılanıyor. Devletimin verdiği emir başımın üstüne ama, affediniz, ben böyle bir sorumluluğu alamam; ortada ne resmî bir kurum, ne de resmi bir sorumluluğum var. Yıllardır bu ihtiyacı dile getiriyoruz. Bir topluluk olması lazım bu işler için, toplama adamlarla olmaz" diyerek nazikçe reddediyor.
Halbuki sanatçıları toplar ve giderler; zor değil. Ama işte strateji… Gitse tavsar yine o iş. Gitmediği zaman burada bir problem var sorusu takılıyor kafalara. İşte bu stratejik davranış ilk goldür. Bir süre sonra yeni hükümet kuruluyor. Konya milletvekili Yılmaz Öztuna, Başbakan Demirel'i ikna etmeyi başarıyor.
İşte iki adamın, Atlığ ile Öztuna’nın kişisel gayretleriyle oluyor bu devrim. 150 yıllık bir makus talihin geri döndüğü andır. Ve bu adamlar Mesud Cemil'in anlayışını devam ettirme düşüncesiyle kuruyorlar koroyu. Yani böyle bir tercih hakları yok muydu? Olmasın mıydı? Mesud Cemil'in korosunun kayıtları var elimizde. Çoğunda ritim sazı kullanmamış.
K.B.: 200 yıl önce sarayda padişah karşısında ne şekilde çalınıyordu, onu da bilmiyoruz
M.G: Bilmiyoruz değil, anlatılanlar, resimler var. Ritim sazı kullanılmamış değil, kullanıldığı malum. Hatta her hanendenin elinde bir ritim sazı var. Ama Devlet Korosu “Padişahın huzurunda yapılan müziği birebir yapıyoruz” iddiasında değil ki zaten. Ayrıca tarihi akış içinde Türk Müziği tek tip bir müzik değil. Zaman içinde bir takım değişiklikler olmuş. Nasıl Hacı Arif Bey beste ve form alışkanlıklarını; Cemil Bey tanbur icrasını değiştirmişse öyle… Devlet Korosu’nun tercih ettiği müzik anlayışı kendinden menkul değil; önemli olan bu. Yani öncesi var. Bir evveliyata dayanıyor. Bu tarzı koyanlar, eski dönemi de yaşamış olan adamlar. Her biri birer köprü.
“Türk Müziği’nde koro icrası olmaz, sonradan uydurulmuş bu” demek bizi sağlıklı bir yola götürmez. O zaman solo icrayı nereye koyacağız? O da 1920’lere kadar yoktu ve Münir Bey’le birlikte başladı. “Önceden yoktu, o halde şimdi de yapmayalım” diye bir anlayış olabilir mi? Suyu tersine akıtmaya çalışmanın alemi var mı? O zaman biri de çıkar der ki: “Eskiden mıskal, çeng, santur, mandalsız kanun vardı; öteki sazlar sonradan eklendi. Sonradan eklenenleri atalım, müzik eskiden kullanılanlarla yapılsın.” Hayat bu kadar statik mi? Hele de müzik, bu kadar durağan bir yapı mı? Müzik hayatın içinde. Etrafında şu veya bu şekilde bir hayat akıyor ve onu etkilediği gibi etkileniyor da. Her şeyin birbirinden etkilendiği bir dünyada müzik niye bir şeylerden etkilenmesin?
Bir aralar, "Klasik Türk Müziği 6-8 kişilik gruplarla icra edilmek üzere tasarlanmış bir müziktir" diye akla ziyan yazılar bile yazıldı bu ülkede! Ve taraftar dahi buldu! Nasıl yani? Itrî oturmuş, "9 kişi hayatta olmaz, ille de 6, en fazla da 8 kişi" demiş?! Allah Allah; 5 kişi veya 13 kişi niye olmuyor yani? Nereden çıkarıyorsun bunları? Meydan boş ya, salla sallayabildiğin kadar! Burnaz Ağa idaresinde sarayda 120 kişilik fasıl heyeti var. Sarayda görev yapan müzisyenlerin maaş defterleri arşivde, gidip bir bakın kaç kişi var? Vakanüvislerin yazdıklarına bir bakın… Bunlar nasıl görmezden gelinir? Tabii ki ufak grup da var, büyük grup da var. Bunun bir standardı yok ki tarihte. Şef diye de bir şey de yok ona bakarsak... Mesela onun günah keçisi olarak da yıllarca Nevzad Bey gösterildi. Sanki şeflik denen şeyi o çıkardı… Onun şefliğinde müzik yapan Kemal Niyazi Seyhun’dan Süleyman Erguner’e, Sadi Işılay’dan Yorgo Bacanos’a, Niyazi Sayın’dan Necdet Yaşar’a kadar kerli ferli onca müzisyen bilmiyordu, anlamıyordu da siz mi biliyor, anlıyorsunuz?
K.B.: Münir Bey de var şeflik yapan...
M.G: Münir Bey’den çok öncesi de var. Mesela hocası Ali Rifat Çağatay... Muallim İsmail Hakkı Bey, Muhlis Sabahaddin, Mesud Cemil, Nuri Halil Poyraz, Refik Fersan, Emin Ongan ve daha onlarca isim… Çağatay, yüzünü seyirciye dönerek yönetiyormuş, “ayıp olur arkamı dönmek” diyerek. Bu kadar büyük isim musiki bilmiyorlardı, anlayamamışlardı da sadece siz biliyorsunuz, siz anlıyorsunuz yani; ne diyelim, pes!
Yani bizim koronun müzikal anlayışı içinde şu an ritim sazı koymak gibi bir gereklilik ve mecburiyet hissedilmiyor. Kuruluş felsefemize uygun, çıtayı aşağı düşürmeden, olması gerektiği seviyede temiz bir müzik yaptığımız kesin. Ritim sazımızı tartışabilirler ama ortaya koyduğumuz çalışamaların kalitesini kimse tartışamadı bugüne kadar. Tartışılan da bu olsun.
O.Y: Koroyla ilgili ben bir gözlemimi paylaşmak istiyorum. Seçilen eserler, sanatkar kadrosu çok parlak Koro'da. Ancak benim şahsi görüşüm, bu yapı performans noktasına geldiğinde potansiyelini tam olarak yansıtamıyor diye düşünüyorum.
M.G: Ben eleştirini anlıyorum. Belki… Ama madem ki potansiyel var, açığa çıkabilir demektir. Neticede insan topluluğuyla iş yapıyoruz. Herkesin koro dışında bir hayatı var, derdi, sıkıntısı var, hastalığı, sağlığı var. Herkes her an yüzde yüz potansiyelini yansıtamayabilir. Ama haklısınız, sanatçı dışarıda ne yaşarsa yaşasın, sahnede yaptığı işe ait olduğunu dinleyiciye hissettirmek zorunda. “Yoksa karşıma çıkmasın” diyen dinleyiciyi haksız göremeyiz.
O.Y: Biraz idealistlikten geçiyor belki. Cemil Bey de çok sıkıntılar içindeymiş ancak sazını aldığı zaman kafa dünyadan ayrılıyor.
M.G: Evet doğrusu veya ideal şekli o belki.
O.Y: Bir önceki sayımızda Ruhi Ayangil ile bir röportajımız oldu. Ruhi Bey'in şöyle bir eleştirisi oldu. "Senfoni orkestralarına gidiyorum. Senfoni orkestraları kendi aralarında solistler getiriyorlar, şefler çağırıyorlar. Ben Ruhi Ayangil olarak, yılda bir tane konser yönetmek, başka bir yerde kanun solisti olarak bulunmak isterim" diyor. "Gittiğim bir yerde de farklı bir yerden kemençe solisti, tanbur solisti görmek isterim." Sizin bununla ilgili düşünceniz nedir?
M.G: Ruhi Bey'in haklı olduğu noktalar var. Ancak hangi kurumu kastetti bilmiyorum. Bizi kastetmiş olamaz herhalde, çünkü koromuz, koro dışından çok sanatçıyı sahneye çıkarmıştır. Erol Deran, Niyazi Sayın, İnci Çayırlı, Abdi Coşkun, Mutlu Torun, Serap Mutlu Akbulut, Alaeddin Yavaşca, Ümit Mutlu ve hemen hatırlayamadığım daha birçok isim... Yani zaman içerisinde ses veya saz olarak çok sayıda isim çağırıldı. Mesela Derya Türkan'ı geçen sene çıkardık. Böyle bir eksiğimiz yok, buna her zaman olumlu baktık ve zaten uyguladık. Ama köklü bir kurum olarak elbette ki bir seçim hakkımız vardır. Kimi davet edeceğimizi kendimiz belirleriz ki sanırım normali de budur. Mesela muhal farz, koromuzun manevi şahsiyetini sağda solda uluorta tahkir ve tezyif eden biri varsa, onu davet etmeme gibi bir hakkımız olduğuna da sanırım ki kimse itiraz etmez. Hatta bir dönemler usta sanatçıların haricinde, konservatuvarın çizgiüstü başarı gösteren gençleri için koromuz bir tatbikat sahnesi kimliği dahi kazanmıştı. Ancak AKM kapalı ve CRR'de deplasmanda olmamızdan ötürü periyodik konserlerimizin sayısı azaldı. Yapmak istediğimiz şeyleri de biraz kısıtlıyor bu durum.
O.Y: 2010 Kültür Başkenti İstanbul'a gelirsek... Türk Müziği direktörüsünüz. Neler oldu, neler olacak?
M.G: 2009'un Ağustos ayı itibariyle bu göreve geldim. Ajansın kuruluşundan itibaren 2 yıl geçmişken… Aslında atanmamdan 8 ay önce teklif alıp kabul etmiştim, ama atamam yapılamadı, çünkü iyi niyetli olmayan birileri tarafından engellendim. Ne yazıktır ki bir kişisel hırsa resmi kanallar da alet edildiği için 8 aylık bir gecikme yaşadık. Ben gecikmiş olmadım, Türk Müziği camiası geciktirilmiş oldu. “Niye ben değil de o” şeklinde süfli bir hırs ve klasik bir ayak kaydırma girişimi… Sonuçta süfli niyetler tertipçilerin ayaklarına dolandı ve adalet yerini buldu, atanan yine ben oldum.
Tabii diğer dallardan daha geç kalmış olduk. Sıfır projeyle yola çıktık. Ama Allah yardım etti. Etrafta müziğimizle ilgili birşeyler yapabileceğine inandığım kim varsa hepsini davet ettim, aram iyi olsun olmasın. Kimi geldi, kimi gelmedi. 21 tane kabul edilmiş projemiz var. Çoğu neredeyse bitti. Şükür, alnımızın akıyla ve hem de rekorlar kırarak! Kitap, CD, konser... Birçok kalıcı hizmet gerçekleşti.
İstanbul Mimarisinin Müziği projemiz, belli dönemlerin müziklerini, o dönemin ruhunu yansıtan bir mekanda icra etme fikrine dayanıyordu. Mesela Radyo binasında Mesut Cemil, Cevdet Çağla, Emin Ongan, Yesari Asım, Arif Sami Toker gibi o binaya girip çıkmış bestekarların konseri; Dolmabahçe'de Hacı Arif Bey, Yenikapı Mevlevihanesi'nde Dede Efendi, Taksim Ermeni Kilisesi'nde Ermeni bestekarlarımızın eserlerini icra etmek gibi... Projeyi Türk Musikisi Vakfı ve Devlet Korosu yaptı.
2010’u Ali Ufkî Yılı ilan ettik. Bu yıl Ali Ufkî'nin doğumunun 400. Yıldönümü olduğunu bildiğim için Fikret Karakaya’ya teklif etmiştim, kabul etti. Türk Musikisi Vakfı ile yaptı bu projeyi ve Aralık ayı sonunda tamamlanmış olacak. 12 ay boyunca konserler verildi, uluslararası sempozyum yapıldı, şimdi de bir CD ile 2 kitap yapılıyor proje kapsamında.
Terennüm-Terirem diye bir proje yaptık. Bizim terennüm dediğimiz şeye Rumlar terirem diyor. Sembol kişilikler olarak da Zaharya ve Itrî'yi koyduk. Yunanistan'dan bir Ortodoks dini müzik grubu, Türkiye'den de Türk dini müziği yapan bir grup aynı sahneyi paylaşarak İstanbul eksenli bir konser... Çünkü güfte ayrı, makam yapısı aynı. Cengiz Onural’ın projesiydi.
Aziz Şenol Filiz’in projesi ise üç aşamadan oluşan İstanbul’un İki Kadim Sesi: Ney ve Tanbur idi. Üçüncü aşamasında Tanburi Cemil Bey’in hatırasına yapılan “8 Tanbur” konseri, bir ilkti. Çünkü ilk defa bir arada 8 tanbur birlikte çaldı.
Türk Müzik Kültürünün Hafızası diye çok önemli gördüğüm bir proje var. Aytaç Ergen'in 30 yıldır üzerinde çalıştığı bir nota arşiv programı vardı. 60 bin notayı geçmişti bu eser. Sadece klasik müziğimiz değil, halk müziğimiz de var. Bunu kamuya mal etmenin çok iyi olacağını düşündüm ve kendisine bunu bir proje olarak hazırlamasını teklif ettim. Yaptık ve şimdi dünyanın serbest kullanımına açıldı. www.devletkorosu.com veya www.turkmusikisivakfi.org adreslerinden girip yaklaşık 70 bin eserin elde edilebilmiş bütün versiyonlarına bedelsiz ulaşabilmeniz mümkün ki toplamda 250 bin sayfayı buluyor. Tarihi bir hizmet oldu.
Turkish Music Makam Guide diye bir kitabımız var. Dünyanın neresine gidersek gidelim o ükenin müzik kültürüyle ilgili bir kitap vardır. Türk Müziği’ni merak eden yabancılar için böyle bir kaynak bulma şansı yoktu. Belli başlı 60 makam, çok basit şekilde anlatıldı, ana sazımız tanburla örneklendi. Bu projeyi Pan Yayıncılık'la birlikte Murat Aydemir yaptı. Dünyanın dört bir yanından yağan taleplere yetişemiyoruz.
Turkish Music Instruments diye bir kitap çıkardık. Bu da tedavülden kalkmış veya halen kullanılan, musikimizin klasik, halk, tasavvuf ve mehter dallarına ait 32 sazı basitçe anlatıyor. Kitapta bilgilerini okuduğunuz sazın sesini ekteki CD'den dinleyebiliyorsunuz. Proje Yeşim Altınay’ın.
Dar-ül Elhan Külliyatı bir dijital kitap şeklinde yeniden yapılıyor. Bir tarafta orijinal tıpkıbasım, bir tarafta da bugün kullanılabilecek şekilde notası basılıyor. Ve tarihte ilk kez tamamı seslendiriliyor. Doğan Dikmen yapıyor bu projeyi. Birçok projeyi sunan Türk Musikisi Vakfı, bu projede de başvuru sahibi oldu. Tarihi bir hizmet…
K.B: Bu iyi bir şey. Gerçi Pan Yayınları bir kısmının yeni basımını 10 TL'ye satıyor ama alıcısı yok, depolarda çürüyüp gidiyor.
M.G: Çok önemli bir hizmet de İstanbul Çevresi Alan Araştırmaları. 1936 ile 1951 yılları arasında Halil Bedii Yönetken, Muzaffer Sarısözen ve Rıza Yetişen, resmi görevlendirmeyle folklorik derleme çalışamaları yapmışlar. Bütün İstanbul ve civarı dolaşılarak derlemeler yapılmış, ses kayıtları alınmış... Sonra bu çalışmaların hepsi Ankara Devlet Konservatuvarı arşivlerine kaldırılmış, o kaldırılış… Aradan 60 koca yıl geçmiş, tık yok, yayınlanmamış. Süleyman Şenel bunu keşfettiğini bana bir sohbetimizde söylemiş, inşallah bir gün bir imkan bulunur da bunu yayınlamak mümkün olur demiştik. 2010’da göreve başlar başlamaz kendisini aradım ve o imkanın doğduğunu söyledim. Hiç bilinmeyen türküler çıktı. Bunlar okundu, kaydedildi. Konseri verildi. İki cilt halinde 1.000 sayfalık da dev bir kitap çıktı ortaya.
Münir-İstanbul projesini Timur Selçuk'a ve Türk Musikisi Vakfı’na önerdim, kabul ettiler. Münir Bey'in şarkıları yorumlandı. Aynı anda senfonik orkestra, klasik koro ve klasik sazlar sahne aldı. Münir Bey'in zaman zaman yaptığı, eserlerinin çoksesli olarak seslendirilmesi yapıldı. Timur Selçuk da bunu iyi yorumlayan, geniş müzik bilgisini babasının eserleri üzerinde uygulayabilen bir isim olduğu için unutulmayacak bir konser oldu. Gördüğü büyük ilgiden dolayı, İstanbul 2010’un kapanışında bir kez daha sahnelenecek.
Teravih-i Enderun ve Cumhur Müezzinliği projemizi de teklifim üzerine Mehmet Kemiksiz gerçekleştirdi. Ramazan boyunca İstanbul’un 30 camiinde uygulanan ve bir asırdır unuttuğumuz bir İstanbul geleneği yeniden hayat buldu. Rekor bir katılımcı sayısına ulaştık. Camilerin sair akşamlardaki cemaatleri en az 10’a katlandı ve 112.000 katılımcı sayısını aştık!
Yorgo Bacanos İstanbul Ulsulararası Ud Festivali de müzik tarihimizde bir ilkti. Doğumunun 110’uncu yıldönümü sebebiyle düşündüğüm ve uluslararası çapta önemli bir ud sanatçımız olan Necati Çelik’in sanat yönetmenliğine verdiğimiz festival büyük bir iç ve dış katılımla gerçekleşti.
Daha çok projemiz var, fakat anlatmaya kalksam uzun sürecek… Merak eden okuyucularınız, İstanbul 2010 AKB Ajansı’nın web sitesinden girip bütün projelerimizi görebilirler.
O.Y: Mehmet Bey, çok teşekkür ediyoruz. Son olarak Saz ve Söz için ne söylemek istersiniz?
M.G: Başarılarınızın devamını diliyorum. Şu anda en iyi musiki dergimiz diyebilirim. Takip etmeye çalışıyorum. Büyük ciddiyetle hazırlandığı belli. Seçilen konular, kişiler düzgün, diline ve üslubuna dikkat eden bir dergi. Bugün yapılan yayınlarda en büyük sorun Türkçe... Redaksiyon işi de yapmış biri olarak bu konuda çok hassasım. Dile verdiğiniz önemden dolayı özellikle tebrik ediyorum. Gayet güzel. Tabii ki bu derginin basılı çıkmasını da arzu ederim.
O.Y: Çok teşekkür ediyoruz Mehmet Bey, değerli görüşleriniz ve zamanınızı ayırdığınız için.