1643251059922.png



İhsan Özgen ile Söyleşi

Kıymetli hocamız İhsan Özgen, hepimizin tanıdığı, hepimizin bildiği, hepimizin duyduğu, belki kemençesiyle büyüdüğü ve belki de musikimizle uğraşan herkesin gıyaben hocası olan bir isim. Kendisiyle uzun süredir gerçekleştirmek istediğimiz sohbetimizi, senelerce kemençe hocalığı yaptığı ve pek çok kıymetli sazende yetiştirdiği İstanbul Teknik Üniversitesi'nde gerçekleştirdik; uzun ve keyifli bir röportaj yaptık. Kâh kitaplarını, kâh bestelerini, kâh sanatı, kâh müziği konuştuk. Sohbetimiz çok uzun olduğundan iki bölüm halinde yayınlamayı uygun gördük.


Aslıhan Özel: Hocam, evvela yeni çıkan kitabınızdan bahsetmek ister misiniz? Zaten kitabı alanlar okudukları zaman sizi gayet iyi anlayabiliyorlar.

İhsan Özgen: Buna çok sevindim. Yani aldığım tepkilerden. Olumlu tepkilerin başında bu geliyor. Çok rahat okunabilen, çok rahat anlaşılabilen, yorulmadan, üzülmeden samimi bir şekilde gibi mesajlar aktarılıyor.

A.Ö: Önemli olan da bu sanıyorum.

İ.Ö: Buna çok memnun oldum. Gerçekten fazla böyle bilimsel, efendim kategorik ağır bir dil kullanmadım. O zaman bir meslek kitabı haline gelmiş olurdu, tadı da kaçmış olurdu. Onu başarabildiysem ne mutlu. Biraz da hasbihal gibi oldu. Kendi kendisiyle, görebildikleriyle, hissedebildikleriyle bir hasbihal.


İhsan Özgen

A.Ö
: Bu nevi kitaplar neredeyse yok denecek kadar az. Bu anlamda da büyük bir boşluğu doldurmaya yönelik ilk adımlardan birini attınız. Yani Türk müziği camiasında, özellikle bizlerin bu kitapları okuyarak, çalışmaları okuyarak, mesela sizi tanımayan birçok gencin, gerek Türkiye, gerek dünya çapında, kitabınızı okuyarak sizi anlamaları, sizden sanki ders almış gibi sizi tanımış olmaları çok önemli.

İ.Ö: Yani gerçekten çok yerden insanlardan telefon aldım. Hakikaten işte yurtdışında falanca yerden, yahut yurtiçinde bilmem herhangi bir yerden telefon geliyor. Ummadığım bir takdirle karşılanıyorum. Yani bu tebrikler beni çok memnun etti. Sanki bu kitabın devamı gibi ikinci bir şey hazırladım, şu günlerde gözden geçiriyorum. İşte dağarcığım bu kadar, bir tane daha bir şey çıkacak olursa. İşte bu arada bazı şeyler yapıyorum, müzikler yazıyorum. Kitaptan önce ve kitapla beraber bir şeyler yazdım, onda da dağarcığımı zorladım. İşte yapabildiklerim bu kadar.

A.Ö: Bazı müzikler yazdım dediniz. Konu da açılmışken, yeri gelmişken müzikleriniz üzerine söylemek istedikleriniz var mı?

İ.Ö: Yani bu nasıl algılanıyor, dinleyici tarafından nasıl bir yere oturtuluyor tabii bu çok önemli. Ben klasik üsluptan gelmiş bir sanatçı olarak Türk müziğinin geleneksel ve klasik modeliyle beslenip bu güne geldim. Bundan sonra Türk müziğinde nasıl bir açılım olabilir? İlla Türk müziği açılımı gibi bir şey kullanmak da yanlış olur. Ben neler hissediyorum, ne yapmak istiyorum, aslında budur. Nasıl duymak istiyorum, yahut duymak istediklerimden bir şekil, hepsi böyle olacak diye bir şey yok. Onu da böyle yaptım. Tabii bu Türk müziği menşeli bir altyapı üzerine, diğer müzik şekilleri, biçimleri, anlayışları, yapılarının çok etkisi var; yani bu bir araya getirilmiş ama esasında bir Türk müzisyeni olarak görebildiklerim şeyler olarak kaldı. Yani sonuçta ne gibi bir şey doğdu onun üzerinde durmuyorum ama benden bu çıktı ortaya, yani benim çalışmamda böyle bir konu çıktı.

A.Ö: Bir de hocam, müzikleri bestelerken veya tasarlarken, yani kompozisyonlarınızı oluştururken herkesin yöntemi farklı olabilir, önce bütün sesleri duyup yazmak veya önce kafada tamamlayıp, yazılı hale getirip sonra kağıda dökmek, artık neyse bilemiyorum. Enstrümanları tek tek düşünüyor musunuz? Yani burada şu enstrüman olmalı, veya sadece bir fikir geliyor, ondan sonra zaman içerisinde o fikir üzerine çalışıp, düşünüp, taşınıp mı belli bir şekle sokuyorsunuz? Yani bir resim yapmak gibi uzun bir vadede mi bir şeyi tamamlıyorsunuz?

İ.Ö: Aynen öyle dediğin gibi. Yani ben çoğunu kemençe için yazmayı düşünmüşümdür. Sazı göz önünde tutarak ve hatta kemençeyle çalarak, kemençe için bir modern, çağdaş yahut da şu anda düşündüğüm tarz bir melodi, bir parça yaratmak üzere başlıyorum. Burada önemli olan etkenler şu: Kemençede neler yapılabilir, kemençenin sınırlarını biraz zorlamak, tekniğini zorlamak, ne yakışır, hangi tınılar?.. Bu tabii hem tecrübe ederek, hem de deneyerek, düşünerek meydana geliyor. Çoğunlukla bir aralık, bir melodi gibi bir şey bulup bunun üzerinde sürdürüyorum çalışmamı ve nereye götürürse... Birçoğu öyle olmuştur. Ondan sonra bu monografik çalışma, yani tek sesli çalışmanın ikinci bir şeyle desteklenmesi... Bu yine kemençe olabilir, bir yaylı saz olabilir yahut daha sonradan başka bir saz eklenebilir, tüm bunlar daha sonradan denenerek uygulanabilir. Sonra bu ikinci sesten sonra bir üçüncü ses daha eklenebilir bazı parçalarda ama üç sesin dışına çıkmamışımdır. İşte konserde dinlediğiniz parçalarda da bu üç ses bütün enstrümanlara taksim edildi, kemana şu sesleri yazalım, viyolonsele şu sesleri yazalım, sazlar arasında bunu paylaştıralım... Ama parti üç ses üzerinden yazılmış. Zaten iki sesli parçalar ayrıca çalındı. Keman-viyolonsel, kemençe-viyolonsel gibi.

02_(3).jpg



A.Ö: Hocam beste çalışmalarınız benim hatırladığım kadarıyla çok eskiye dayanıyor. Benim öğrenciliğimde de, hatırlıyorum, en başta bize etütler yazıyordunuz fakat bunun da öncesi var mıdır? Biz yaklaşık 1984’te sizin talebeniz olduk.

İ.Ö: Yani onlar ön çalışmalar gibi düşünülebilir. Ben aşağı yukarı bir 5-6 yıl önce bir parça yazmaya başladım, her yıl bir yahut iki parti, böylece bu güne geldik. Burada bazı parçaları da küçük anonimlerden, ezgilerden, bunları çoğaltarak... Bu Türk müziği geleneğinde olmayan bir şeydir. Yani bu çeşitleme, varyasyonlar filan çalgı müziği pek fazla tek başına gelişmediği için son zamanlara kadar... Son zamanlarda gelişti, epeyce yol aldı. Tarih içinde böyle bir gelenek yok ancak şöyle olmuş; işte bir saz eserini çalarken değiştirerek başka bir biçime, başka bir şekle sokmaya çalışmışlar. Bu da orada zamanın bir ustalığı olarak, anında gelişen bir şey, bir ustalık yani çalarken varyasyonlar yapmak. Bunun ustaları da malum yani.

A.Ö: İşte bu noktada ben duruyorum, çünkü hakikaten müzik eğitimim boyunca da çocuk yaştan itibaren anlayabilmem zor oldu. Anında bir şeyleri değiştirebilmek, idare edebilmek... Bu birikim istiyor değil mi? Eğitimin bir parçası aslında.

İ.Ö: E tabii yani o havuzun, müzik dağarcığının, çanağın geniş olmasına bağlı bir şey. Yani dünyanın her yönüne bakabilmeli. Yani bulunduğunuz yerden her yöne bakabilme şansınız olmalı. Bu olmazsa biraz zor. Yani sadece kendi mesleğinizde, kendi branşınızda kalırsanız bu biraz güç olur. Bir ikili konçerto nasıl yazılmıştır, yani mesela Brahms’ın bir ikili konçertosu vardır keman viyolonsel için yazılmış, bunu daha evvel dinlediğim için ben kemençe viyolonsel için nasıl bir konçerto yazabilirim, şuur altını etkiliyor tabi, ama içine başka bir şey yerleştiriyorum. Mesela yüzde yüz böyle bir şablonu kullanmasam bile o zihinde var bir köşesinde, besliyor onu. Ne bileyim bir Hint müziği, İran müziği, Uzakdoğu müziği ve dünya müzikleri her yöne bakabilmeli. Bir de işte Türk müziğinde bazı makamların pentatonik makamdan değişime uğradığını düşünüyorum; öyle sanıyorum bir hüseyni makamı pentatonik gamdan oluşmuş, böyle bir makam meydana gelmiştir. Yani kafada tecessüm ettirmek, organize etmek kolay değil, sen de kompozitörsün. Keşke diyorum biraz piyano bilseydim, biraz çalabilseydim daha kolay olurdu. Kemençe gibi bir enstrümanda tüm bunları düşünmek biraz zorlayıcı.

A.Ö: Hocam ben de piyanoya çok zor alıştım çünkü kemençeyi, küçücük ya, kendim gibi, kendimden bir organ gibi gördüğüm için... Piyanoyu nasıl kendimden bir şey gibi görebileceğim, koca şeyi? Zor oldu ama onu da bir zaman sonra insan öğreniyor. Yani her enstrümanın bir güzel tarafı var aslında.
İ.Ö: Tabi bu çok sesli parçaları yazmak için bir aygıt.

03_(2).jpg

A.Ö: Hocam siz aynı zamanda ressamsınız.

İ.Ö: Ben ne besteciyim, ne ressamım aslında. Sanatla meşgul bir insanım.

A.Ö: Hâlâ resim yapıyor musunuz hocam?

İ.Ö: Yapıyorum. Bestecilik gibi bir şey değil. Yani bir yere bakıp kağıda dökmek değil, kompozisyon yaratmak, yani hiç yoktan bir şeyi var etmek çok zor bir iş. Tabii orada da müzikte olduğu gibi koyu, açık, uzak, yakın, küçük büyük hacimler, efendim düz hacimler, boyutlar filan... Değişen bir şey yok yani. Müzikte de aynı boyutları düşünmek, renkleri düşünmek...

A.Ö: Hocam her insanın belli bir hedefi vardır ulaşmak istediği, bir hayali vardır, ulaşmak istediği bir güzellik vardır. Sizin de ben de şöyle bir güzelliği öğrenmek istiyorum yahut keşfetme aşamasındayım diyebileceğiniz bir şey var mı?

İ.Ö: Yani yaptığım şeylerin hepsi öyle. Beğenisiyle insanın yaptığı iş arasında bir yakınlık oldukça, bu birbirinin üzerine geldikçe başarı oranınızın artmış olduğunu gösteriyor. Ama benim çok zaman beğenimle yaptığım iş arasında uzaklıklar oluyor; o zaman meydana gelen şeyi beğenmem kolay olmuyor. Bu bilhassa resimde ortaya çıkıyor. Edebiyatta da öyle. Yani bir cümle üzerinde yüz kere düşünüyorum. Kelimeleri değiştiriyorum, düzeltiyorum... Müzik, notalar, bir yazı dilinin ne olması gerektiği... Gizli bir şiir niyeti olması lazım. Bir şeyi anlatmak ona bazı estetik duyguları, örtüleri örtmekle mümkündür.

A.Ö: O estetiği yakalamak sanıyorum burada yatıyor galiba.

İ.Ö: Ne kullanayım, hangi kelimeyi, şu kelime izah ediyor... Ama bu şiir olmuyor işte. Ben şiirle uğraşmadım ama düz yazının da şiirsel bir tarafı olması lazım. Bu bakımdan bayağı kafa patlatıyorum bir şeyler yazmak için. Bazıları kendiliğinden taksim yapar gibi yapıyorlar. Benimki öyle olmuyor, bayağı düşünüyorum.

A.Ö: Hocam, sormak istediğim aslında biraz da kısmen bildiğim bir şey. Kitabınızda sizi hayatınızda etkileyen isimler olmuş, yani dönüm noktası sayabileceğiniz kişiler olmuş. Onlardan bahsetmek ister misiniz?

İ.Ö: Şimdi her çağda değişik insanlar, değişik mesai arkadaşları yahut müzisyenler oldu. Mesela Tanburi Cemil Bey’i dinlemek karşılaştığım en büyük devrim hareketi oldu. Onu dinledikten sonra başka bir pencere açıldı. Ondan sonra, Mesud Cemil’i dinledikten sonra başka bir pencere açıldı. Daha sonra Niyazi Sayın’la birlikte olduk; o hem bu söylediğim isimleri tanıyan, analiz eden usta bir müzisyen sanatkâr olduğu için onunla birlikte çalışmak, pratik olarak bazı şeylerin üzerinde ne yapılması lazım geldiğini bana bildiren, öğreten büyük bir yardımcı olmuştur. Tabii şimdi aklıma gelmeyenler... Yani aslında her şey bir ders olabiliyor, her çapta insandan bir şey alabiliyorsunuz. Bir de tabii dinlediğim besteciler, batılı olsun doğulu olsun, bunların eserleri bana fikirlerimde bayağı önder olmuştur.

04_(1).jpg

A.Ö: Hocam bestecilerden söz açılmışken, bir eser üzerine hazırlanmak, bir eseri konsere hazırlamak veya o eseri kendinize hazırlamanız... Bu hakikaten bir kerede iki kerede olabilecek bir şey değil. Özellikle de klasik eserlerde onları algılamak, onları anlayabilmek, o eserin içine girebilmek, hani işin bırakın teknik tarafını lirik tarafını da çözebilmek hakikaten çok zor. Bunun için bize ne önerirsiniz, nasıl bir bakış açısıyla yaklaşmalıyız eserlere?

İ.Ö: Bu belli bir sanat formasyonun kabulüyle gerçekleşir. Yani ben klasik müzik veya sanat müziği, genel olarak bu formatı kafamda canlandırmışımdır, hangi şeyi yapsam bu formatın içinde sokmağa çalışırım. Ben sanat müziğiyle meşgulüm, benim dünyam budur, böyle bir formasyonu, çerçeveyi çizip, içine oturup, yaklaştığınız şeyleri bunun içine alıp bu süzgeçten geçirmeye bakmak lazım. Mesela işte niye Münir Nurettin diyoruz? Adam herhangi bir şarkı, basit bir parça okuduğu zaman o kendi sanat çerçevesinden geçiyor, yani ona kendi kişiliğinden bir şekil veriyor. Böyle bir kişiliğiniz olmalı. İşte burada üslup meselesi çok önem kazanıyor. Yani bence müzik iskeleti yahut yazısı, melodisi, o tek başına bir türü temsil etmiyor, onu herhangi bir üslup içerisinde verdiğiniz zaman, icra ettiğiniz zaman o müzik türüne dahil olmuş oluyor. Mesela Beethoven’in 9. Senfonisi... Bunu bir oyun havası tarzında çaldığınız zaman o oyun havası oluyor. Genellikle bu müzikle ifadeler meselesi üzerinde çok duruyorum. Türk müziği modal, tek sesli bir müzik filan değil. Kendine ait bir ifadesi var, onu yakaladığınızda oluyor. Müzikleri bazı karakterlere ayırıyor. Çoksesli müzik, makam müziği filan gibi değil; en başta bir disipline sokuyor. Resmi müzik yahut da beşeri müzik diye. Resmi, devlet müziği denilen şeyin çizgileri, hareketleri daha sert ,daha geometrik, adımları daha askerî. Olmayanı da diğer sivil müzik dediğimiz, daha yumuşak, hareketli, kendi içinde kıvrımları olan... Esasen bu iki ana grupta toplayıp buna göre bir çerçeve çiziyorum.

A.Ö: Hocam eserlerinizde, yorumlarınızda belli tasvirlere gidiyor musunuz? Vurgular tabii ki çok önemli. Saz musikisini geliştiren unsurlardan bir tanesi de tasvirler sanıyorum. İşte Tanburi Cemil Bey halk müziğiyle ilgilenmiş, onu klasik musikiye, yorumlara kazandırmış, halk ezgilerinden etkilenmiş. Sizde de bu tür izlenimler aldım ben. Gerek dini musikiden, gerek halk müziğinden birçok parçalar kullanmışsınız.

İ.Ö: Şimdi enstrümantal müzik yazdığınız zaman, o geleneksel melodik intizamdan çıkmak mecburiyeti var. Bunların başında usuller geliyor. Bir aksak semai, bir düyek usulü içinde yapılmış eserler, o usulün verdiği belli bir kalıp... Eserler içerisinde o usullerle bestelenmiş eserlere baktığınızda birbirine benziyor melodik yapı olarak ve bu usul ve form denilen şey Türk müziği parçasının çoksesli hale getirilmesine, polifonize edilmesine engel olan bir şey çoğu zaman. Eğer bu kalıplar içerisinde dikey bazı hareketler yazıyorsanız bu sizi basit bir düzenlemeye götürüyor. Şunu diyorum; modal bir parçanın birbiri arkasından gelen sesleri arasında bir armoni vardır; eğer bu armoni olmasa bu parça çoksesli yapılamazdı batı müziğinde. Bach suitlerine bakın; arka arkaya gelen şeyleri bir anda çalıp çoğu zaman böyle armoniler duyuyorsunuz. Onun için parçayı yazarken bunun ikinci seslerin yazılmasına müsait olması lazım, yoksa komik oluyor, çocuk şarkısı gibi. Tabii bunu yapabilmek için bazı fedakarlıklar, ihmaller yapmak lazım.

A.Ö: Geleceğe nasıl bakıyorsunuz, yeni öğrenciler ümit vaat ediyorlar mı?

İ.Ö: Toplum tabii tüm unsurlarıyla bir hamle yapabilir. Müzik de onun içerisinde yer alırsa bu yürüyüşün içerisinde ona da roller düşmüş olur. Yoksa tek başına bir şeyin gelişmiş olması yetmiyor.

A.Ö: Aslında müzik çok önemli bir rol üstleniyor sanıyorum. Birkaç hafta önce TRT’de bir sempozyum oldu. Yayın akışları içerisinde artık biraz da kaliteli müzik, toplumun istediği müzikten ziyade toplumu sanatçıların istediği düzeye getirmek, artık eğlence müziğinden çıkıp düşündürücü ve geliştirici bir hale getirmek gerekliliği üzerine bile konuşuldu. Aslında olabilse ne güzel olur bu bizim için... Geçmişle bugünü karşılaştırdığınızda nasıl bir tablo çıkıyor karşınıza hocam?

İ.Ö: Gayet tabii sanat bir mal üretiyor, bir fayda üretiyor. Bunun topluma bir fayda getirmesi gerekir. Bir malı tüketmek, bir şeyden istifade etmek, bu lambayı yakmak bununla ilgili bir altyapı gerekiyor. Siz bu abajura ihtiyaç duymazsanız bunu kimse yapmaz. Bu aydınlanma duygusunun, ihtiyacının gelişmesi lazım. Bunun için de eğitim lazım. Ben bu tabağı üretiyorsam bunun kullanılması lazım ama tabak kültürü yoksa...

Saygın Serdaroğlu : Aslında merak ettiğimiz bir şey de hocam yeni kitabınızda da değindiğiniz, bir hikaye üzerinden anlattığınız, tabiatta var olan seslerin aslında ne kadar polifonik olduğundan bahsetmişsiniz. Yakın dönemde yahut evvelde sizi bu manada etkileyen, tabiatta işittiğiniz bir sesin size çıkış noktası olduğu bir örnek mevcut mu? Merak ediyorum, tabiattaki işittiğiniz seslerle müzik üretiminiz arasında nasıl bir münasebet var?

İ.Ö: Yani tek bir sesin bir müzik olduğunu anlamak, yani o sesin müziğe dönüşmesi gerekiyor. Önce insanlar o tek sesin üzerinde düşünüp bunu anlamaları değerlendirmeleri gerekiyor. Tını nedir ve o tını içerisinde gerçekten kendi içinde bir polifonisi olan bir şey... Söylemek istediğim buydu.

S.S: Orada da bahsi geçen buydu hocam. Bu sesleri işittikten sonra sizin için yeni manalar ortaya çıktı mı peki? Yani bu seslerin başka yerlerde karşılıklarını buldunuz mu, sizi şaşırtan bir tecrübe yaşadınız mı?

İ.Ö: Yani bu primitif müziklerin hiç düşünülmeden yapılmış, kendiliğinden ortaya çıkan seslerinin güzelliğini ve kalitesini anlamak gerekiyor. O ses orada var, başka bir yerde yok. Bir Afrika kabilesindeki bir adamın, bir kadının sesi... Bu müziği yapan bir kalitedir; o müzik orada başlayıp bitiyor. Bu do notasıdır falan gibi bir şeyle bitmiyor iş, o sesin bir dokusu var, bir alemi var, bir yapısı, bir tadı var. O halde her ses kendi başına bir müzik türüdür. O müzik türü de o sesle kaimdir, o ses gittiği anda yok olur. O yüzden prototip olmuş müzikaliteler, enstrüman icraları, sesler vs bir yere geliyor birbirinin tekrarı gibi oluyor. Ne bileyim; iyi bir tenor, diyelim ki Caruso ile Pavarotti veya Rodriguez falan... Çok iyi bir kulak da olsa bunların seslerini ayırt etmek o kadar kolay bir iş değil, güzel bir tenor sesi. Fakat bir Hacı Taşan’ın sesi başka bir adamda yok işte; bir Muharrem Ertaş’ın sesi, Aşık Veysel’in sesi başka Veysel’de yok işte.

S.S: Batı müziğinde matematiksel olmak adına, o ses biçimine uymak adına ona dönüşmek aslında biraz da hepsinin birbirine benzediği tek tip bir müzik türüne gitme tehlikesini doğuruyor. Bu da bizim musikimizdeki üslup farklılığının ehemmiyetini ortaya koymakta. Burada önemli bir noktaya değindiniz.

İ.Ö: Birbirine benzememesi lazım. Çocukluğumuzda “aaa filancayı taklit ediyor” derdik mesela.

A.Ö: Ben de o konuya değineceğim. Biz de Cemil Bey deyip durduk yıllarca. Bir yere kadar mı olmalı Cemil Bey? Bir yerden sonra herkes kendi kişiliğini mi keşfetmeli? Ne yapmalı bu konuda?

İ.Ö: Şimdi ekol, okul, bu ayrı bir şey tabii, buradan yetişirsiniz. Bazı unsurları alıp onu geliştirmek lazım. Fakat gerçekten müzik yapısı, dokusu, bir sesin özelliğiyle meydana geliyor. O ses olmadığı zaman... Diyelim ki bir yemek yapıyorsunuz, hindi dolması. Hindi yerine karga koydunuz, yok diye tereyağı yerine margarin koyuyorsunuz, pirinç yerine kuskus... O hindi dolması oluyor mu? Olmuyor. O yemek için o malzeme şart.

S.S: Hatta bir takım baharatları bile eksik olduğunda olmamış sayılabiliyor. Süslemeler, eserin icrasına kendi üslubundan kattıklarınla sana ait oluyor gibi. Aslı Hocam’ın da sorusu üzerine; öğrenilenler ne kadar kişiselleştirilebiliyor, Cemil Bey’in üzerine neler konabildi, nereden nereye taşındı sizce?

İ.Ö: Bu doku meselesi. İkinci kitapta böyle bir makale var. Müziğin, resmin dokusu. Burada şu çıkıyor ortaya. Mesela bir ressamın herhangi bir eserini alıyor başka bir ressam, üzerinde yeni bir varyasyonla yeni bir eser yapıyor, yeni bir şey üretiyor. İşte bizler de Cemil Bey ile yetişip onun üzerinde bir yenilik, kendi kişiliğimizi koyarak bir şey ortaya koyarsak aynı ekolde ama farklı sesler meydana getirmiş oluyoruz. Ama sadece taklit olduğu zaman kötü oluyor. O amatör bir heves; falanca taksimini çalıyorum falan... Üç tane nefesli üzerine yaptığım bir parça vardı mesela; o artık başka bir şey. O üç melodi üzerinden yapılan başka bir müzik. O zaman dokusu değişiyor işin, başka bir ürün çıkıyor.

A.Ö: O zaman yeni kitabınızı sabırsızlıkla bekliyoruz.

S.S: Takvimi belli mi, yayına hazır bitmiş bir kitap mı bu?

İ.Ö: Evet. Bir yayınevi bulmam lazım. Aynı yayıneviyle çalışmayı düşünmüyorum, başka bir yayınevi bakıyorum. Zaten maddi getirisi olmayan bir şey. Acele etmiyorum.

05.jpg