Konuya cevap cer

Biraz yanlış anlaşılmaya açık bir cümle olmuş, pek iyi ifâde edememişim. Anlatmaya çalıştığım şey Hüseynî ve Uşşak'ın eskiden aynı makam olduğu değildi, iç içe geçmek dediğim; farklı modellerde anlatıldığında aynı yapıya dönüşebilmeleri idi (bunun detayları maalesef biraz uzun ve yanlış yapılmaya açık bir konu, açıklamak biraz zor geliyor desem yeridir). Yoksa amelî olarak bakarsak iki makamın kullanımları (eğer modern terimleri kullanacak olursak seyir/çeşni/asma karar vb.) bazı eserlerde benzese de, ortalama olarak farklıydı ve farklıdır. Ancak sırf teorik bir açıdan bakıldığında, çok benzer hattâ aynı makâm olarak görünebilirler.


Gâliba daha kolay anlaşılacak bir örnek, bunun tam tersinin yaşandığı Kürdi makâmı olabilir. Tam tersi dediğim, belirli dönemlerde Kürdi makâmı günümüzde birden fazla makâmı içine alacak bir yapı olarak görülmüştür; veyâ birkaç makâmın belirli kullanımlarından ortaya çıkıp renk olarak sonradan kendini belli etmiştir. Meselâ Kantemiroğlu zamânında, Sultan Korkut'un Devr-i Kebir Peşrevi gibi az çok Hüseynî diyebileceğimiz bir eser de, çok daha ayrı (ve bence güzel) bir renge sâhip bir eser olan Angeli'nin Berefşan Peşrevi de Kürdî makâmına sığdırılmıştır. Bunun bir hatâ olabileceğini düşünebiliriz, ancak Kürdî eserlerin 18. yüzyıl yazılarında pek de düzenli bir yapıya sâhip olmadığı akademisyenler tarafından da gözlemlenmiştir.


Gönül Yeprem,

Dimitrie Cantemir Edvârı'nın Makam Kavramı Açısından İncelenmesi'nden naklen:


Benzer bir yorumu Owen Wright da yapmıştır, hattâ Kürdî makâmının çok hızlı değişim geçirdiğini ortaya atmıştır. Yâni asıl mühim olan, makamların değişken ve sınırları tam belli olmayan yapılarıdır; bu açıdan Batı dizilerinden büyük fark gösterirler. Aslında sizin benzetmenize geri dönecek olursak; eğer 50-100 yılda bir yeni türler oluşuyor, ve türler bu kadar kısa sürede evrimleşiyor olsaydı, tür kavramının sınıflandırma olarak ne kadar mantığı kalırdı?


Üst Alt